KRAL ABDULLAH’IN ÜLKESİ: (-Bütün Kız Bebeklere Burka Giydirilmelidir!)

Mekke'nin yukarıdan panoramik görünüşü, Suudi Arabistan

 

10931274_10152946758452860_5241206764319463372_n10940532_10152946756387860_3443606538298640599_n

KRAL ABDULLAH’IN ÜLKESİ:
(-Bütün Kız Bebeklere Burka Giydirilmelidir!)

Suudi Arabistan Kralı Abdullah 23.1.2015 tarihinde gece saat 01.30 sıralarında ağır zatürreden öldü.
Onun ölümü üzerine, ülkesi milli yas ilan etmedi; ancak Türkiye’
bir günlük milli yas ilan etti.
Yani, Kral’dan çok kralcı olduk, şükür…
Suudi Kralı Abdullah öldüğünde 90 yaşındaydı.
2005 yılında ağabeyi Kral Fahd’ın ölümü üzerine Suudi Arabistan Kralı olmuştu.
On yıldır kral olmasına karşın, tam yirmi yıldır Suudi Arabistan’ın yazgısı onun elindeydi.
1996 yılında ağabeyi Kral Fahd hastalandığı için ülkeyi yönetemiyordu ve bu durum on yıl sürmüş; on yılın sonunda Fahd ölünce, zaten ülkeyi yönetmekte olan Abdullah Kral yapılmıştı.
Yirmi yıllık fiili bir iktidar döneminden sonra, işte dün Kral Abdullah 90 yaşında ağır zatürreden öldü.
O ölünce aile konseyi toplanarak yeni kralı ülkeye ve dünyaya duyurdu:
Bu kişi, Abdullah’ın kardeşi 79 yaşındaki Veliaht Prens Selman’dı.
Daha iki günlük kral olan Selman, kimilerine göre “bunak” bir ihtiyardı.
Bu ihtiyar bunak, kısmi felç olarak yaşamını sürdürürken, Allah nasip etmiş, işte dünden beri ülkenin yeni kralı oluvermişti.
Çiçeği burnunda yeni kral, birkaç ay sonra 80. Yaş gönünü kutlayacak…
Suud Krallarının tümü, ülkeyi kuran Kral Abdülaziz’in çocuklarıydı.
Abdülaziz, önce öteki aşiretlerle savaşından galip çıkarak 1926 yılında Hicaz Krallığı’nı kurmuş, sonra topraklarını öteki aşiretleri yenip büyütünce, 1932 yılında Suudi Arabistan Krallığı’nı ilan etmişti.
Ülkenin ilk kralı olarak 1953 yılına kadar iktidarda kaldı.
1953 yılında öldüğünde 39 çocuğu vardı ve bunların 25’i erkekti.
Ölümünün ardından arka arkaya oğulları ülkenin başına kral olarak geldiler:
Suud, Faysal, Halid, Fahd ve Abdullah…
Ve şimdi de titrek bir ihtiyar olan Selman..
Bölgede “Vahabilik” kültürü yaygındı.
Bu anlayış mezarlara ve tarihi anıtlara pek önem vermiyordu.
Bu anlayışın bir sonucu olarak Kral Abdullah en çok iki metrekarelik eski, kime ait olduğu bilinmeyen bir mezara gömüldü.
Pek çok mekânı saf altından olan sarayında, altın tahtından inerek geldiği yer işte bu iki metrekarelik toprak parçasıydı…
O’nun ölümü üzerine, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Türkiye’de bir yıllığına milli yas ilan etti.
Şimdi onu daha yakından tanıyalım.
O, Şiiler’den hiç hoşlanmıyordu.
Bu nedenle ülkesinin çevresindeki Şii İktidarlara hiç bir zaman hoşgörüyle bakmadı.
Şii dünya ile savaşan gruplara açıktan ya da el altından her türlü desteği vermekten de geri kalmadı.
Para zaten, sebildi…
Eli kanlı, acımasız terörist radikal grupları meşru yönetimlere karşı sürekli olarak besledi.
Anımsayın:
Suriye’deki kanlı iç çatışmalarda, aşırı dinci gruplara para ve silah yağdırdı.
Bunu da geçtik:
Şiilerden hiç hoşlanmayan Abdullah, tıpkı kendinden önceki ataları gibi; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, Türkler’i ve hatta Osmanlı Devleti’ni de hiç sevmiyordu.
Ankara’ya ziyaret için geldiği zamanlarda, Anıtkabir’e gitmedi.
Zaten bu yönü bilindiği için kimse de Türkiye’den onu bu yönde zorlamadı.
Laiklik, asla onun kafasının alacağı bir şey değildi. Bu nedenle laikliği sanki dinden çıkmak gibi görüyordu.
Yalnız görse iyi!
Türkiye’deki laik düzeni devirmek isteyen grup ve kesimlere el altından destek vermekten de kaçınmadı.
Örneğin, onun bir zamanlar çok tartışılan Rabıta adlı örgüte yoğun bir para desteği sağladığı Uğur Mumcu’nun çalışmalarıyla ortaya konuldu.
Rabıta yurt dışındaki Türklere el atmış; hatta Türkiye’deki kimi dini vakıfları ve benzeri oluşumları el altından parayla desteklemişti.
Türkiye’deki laik düzenden hoşlanmadığı gibi, Osmanlı Devleti’nden de nefret ediyordu.
Onun gözünde Osmanlı Devleti “Türk”tü.
Türk’e ve Osmanlı Devleti’ne ait ülkesinde ne kadar tarihi anıt varsa yok edilmesi için elinden geleni ardına koymadı.
Bir kere Osmanlı Devletini zorba bir istilacı olarak gören bir kültürün içinden geliyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nda ataları, Osmanlı Devleti’ni arkadan vurmak için ünlü İngiliz Lawrens’in yanında kenetlenmişlerdi.
Onlar için Lavrens onlar için önemli bir kahramandı.
Lawrens’in adına ülkelerinde müze açmaktan da geri durmadılar.
Onlar Lawrensi göklere yükseltiyorlardı; ama o Lawrens, sonradan yazdığı anılarında Arapları en ağır dille aşağılamaktan geri kalmıyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nda, 19116 ve 1917 yıllarına yayılan ayaklanmalarda, Lawrens’in kışkırttığı Arap ayaklanmacılar, Osmanlı birliklerine acımasızca saldırdılar.
Ölüye de saygıları yoktu..
Şehit olan Türk askerleri, sanki Müslüman askerler değilmiş ve daha düne kadar aynı çatı altında birlikte yaşadıkları insanlar değilmiş gibi; her türlü işkence ve ölüm sonrası da örneğin bedenlerin parçalanması gibi kötü yöntemlerle karşılaşıyorlardı.
Türk, Arap için, Arap topraklarında; kışkırtılmış Araplar’a karşı gövdeini siper etmişti.
Hazreti Muhammed’in mezarını Fahrettin Paşa komutasındaki Osmanlı askeri düşmana karşı değil, işte içlerinde Suudların da bulunduğu Arap aşiretlerine karşı korumuşlardı.
Türk askeri göğsünü siper etmiş; ölümü göze alarak Hz. Muhammed’in mezarına İngilizler’in girmesine izin vermemişlerdi.
Ancak Suudlar bu kanlı çarpışmalarda, İngilizler ’in yardakçıları ve ortaklarıydı.
Onlar İngilizler ’in ayaklanmaları için kendilerine getirdikleri kasa kasa altınları sayamazken, Fahrettin Paşa açlıktan kırılmakta olan askerlerine çöl çekirgeleri yedirerek, ayakta durdurmaya çalışıyor:
“Ölürüz, ancak peygamberin mezarını İngiliz’e teslim etmeyiz!” diyordu.
Aile yalnız o tarihten değil, çok eski tarihlerden beri Osmanlı Devleti’ne karşı hep ayaklanma eğilimi içinde olmuştu.
O nedenle, Osmanlı Devleti’nin izlerini silmek bir devlet politikası olmuştu.
Osmanlı Devleti; II. Abdülhamit zamanında Hicaz Demiryolu ’nu yapmıştı.
Amaç bölgeyi, modern dünya ile bütünleştirmekti.
Osmanlı Devleti’nin bölgeden çekilmesinden sonra; bu demir yolu büyük ölçüde Suudlar tarafından yok edildi.
Onca güzel istasyonlar, sırf bu hınç nedeniyle bakımsızlıktan mezbelelik haline getirildi. Pek çoğu yıkıldı.
Ecdat Kalesi olarak bilinen Mekke’deki Osmanlı Kalesi, daha yakın zamanda yerine otel yapmak için Türk Hükümeti’nin onca diplomatik girişimine karşı yıkılıp yok edildi.
Ve yerine o büyük otel dikildi.
Bu yağmacı ve görgüsüz kültür, Osmanlı Devleti’nin tarihe bir yadigârı olan Osmanlı mezarlarını ve şehitlikleri dozerlerle yıkıp, düzledi.
Kral Abdullah ülkenin sahibi olarak da görülüyordu.
Oturduğu sarayda abartılı, her yanı saf altınlarla donatılmış mekânlar yaratılmıştı.
Bir ülkeye seyahate gittiğinde; bir anda kırkın üzerinde uçakla uçuyordu. Yanına çok sayıdaki eşini ve çocuklarını alıyor; tatil için gittiği yerlerde esnaf, Arap uçaklarının getirdiği Krallık ailesinin oluk oluk para harcayacağını bildiği için, sevinçten ellerini ovuştururdu.
Hep güçten yana oldu.
O nedenle de hep Amerikancıydı.
Amerika neredeyse, bir süre sonra o da Amerika’nın yanındaydı.
Dini kavramlara ve değerlere, bizim dini anlayışımızla paralel bir gözle bakmıyordu.
Örneğin Kâbe, bütün İslam dünyası için en önemli mekândır.
Orada yalnız Hz. Muhammed’in değil, ondan önceki peygamberlerin de emaneti bulunmaktadır.
Osmanlı Devleti güçlü olduğu dönemlerde Arabistan’a sürekli para aktarmış ve başta Kâbe‘nin onarımı ve bakımı olmak üzere büyük çabalar harcamıştı. Kâbe’nin çevresi Osmanlı Devleti’nce revaklarla çevrilmiş, altın su olukları yapılmıştı.
Her yıl hac döneminde Sürre Alayı törenle yola çıkar; dualar eşliğinde uzun yolculuk sonunda Kâbe’ye kadar gider; sultanın bu kutsal mekana hediyelerini ulaştırırdı.
Güya Mekke Emirleri hac yollarının güvenliğini sağlıyorlardı. Ancak öte yandan kimi tehditlerin kaynağı da onlardı. Osmanlı Devleti sürekli olarak Arap şeyhlerini gönderdiği altınlarla doyurur ve beslerdi.
Giden Sürre alaylarında yer alan kişilerce ve onların girişimleriyle Hac öncesi Kabe’nin bakımı ve temizliğini yapılır; dualarla Kabe örtüsü yıkanır ya da değiştirilirdi.
Oysa Kral Abdullah Kâbe’yi, geçmiş dönemin ortak anısını taşıyan bir mekân olarak görmüyordu.
Para da bol olduğu için, Kâbe’nin çevresindeki tarihsel varlıkları yıktı, yok etti.
Kâbe’yi çevresindeki doğal, tarihi ve kültürel çevreden kopararak; her yanı büyük gökdelenlerle, otellerle donattı.
Atalarının yolundan gidiyor, hiçbir uyarıyı gözü görmüyordu.
Ataları da ta Atatürk döneminde, 1926 yılında Medine’de bulunan Peygamberin mezarını yıkma girişiminde bulununca diplomatik yolla o zamanki Suudi Krallığını uyarmış; mezardan tek bir taşa zarar gelirse, orduyla güneye doğru ineceğini açıkça söylemişti.
Ya ülkesine?
Onu özgürleştirmek ve insanını daha da onurlu birer yurttaş haline getirmek için çaba harcamış mıydı?
Bir örnekle açıklayalım:
Bugün Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanması, umuma açık yerlerde dolaşmaları, oturup kalkmaları ve eğlenmeleri yasaktır…
Ve başka yığınla yasak elbette…
Atatürk Türk kadınına seçme ve seçilme hakkını 1932’de verdi.
Bırakın kadınları, ülkede krallık olduğu için hiçbir Suudi Arabistan’ın oy kullanma hakkı bulunmuyor.
Araba kullanmaları niçin yasakmış; gelin bunu zamanda bir psikolog da olan Şeyh Salah el Luhaydan’dan dinleyelim:
“Kadınlar, araba sürmenin hem yumurtalıklarını ve pelvis bölgesini, hem de psikolojilerini olumsuz etkilediğini bilmeli. Psikoloji bilimi ve tıbba göre, sürekli araba kullanan kadınlar klinik açıdan sorunlu çocuklar doğuruyor!”
Ve başka bir örnek:
Arabistan’da altı yedi yıl kadar önce bir adam, beş altı yaşlarındaki kızına tecavüz ediyor ve ardından da öldürüyor. Mahkemede yargılandığında, şahsın ifadesi şöyle:
“Kızımın bakire olup olmadığından şüphelendim. Böyle olup olmadığını anlamak istedim”…
Ve Arabistan Şeriatı, bu kişinin tutuksuz yargılandıktan sonra para cezasıyla tahliyesine karar verdi…
Bu olayın yaşandığı sırada, yine Suudi Arabistanlı bir din adamı, küçük kız çocuklarına cinsel taciz olaylarının son dönemde arttığını belirterek, bütün kız bebeklere burka giydirilmesi gerektiğini söyledi.
İşte Abdullah’ın ülkesinin durumu…
Başka bir şey demeye gerek bile yok…
Şimdi bir soru soralım:
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olup, her hangi bir insan, örneğin bir kadın; nasıl Atatürk düşmanı iken, aynı zamanda Kral Abdullah hayranı olabiliyor?
Bu patolojik bir durum değil mi sizce?
Ve yine şu milli yas olayıyla bitirelim konuyu:
Kral Abdullah ölünce ülkemiz yas ilan etti, demiştik…
Niçin yaptığımız da belli değil.
Çünkü milli yas geleneği, Vahabi kültüründe olmadığı için, karşı taraf bunu gereksiz de görüyor ve kendi kralı için Suudi Arabistan bile milli yas ilan etmiyordu.
Türkiye’nin büyükelçiliklerinde, konsolosluklarında Türk bayrağı yarıya indirilirken, hemen yanı başındaki Suudi Arabistan’ın büyükelçiliklerinde ve konsolosluklarında Arabistan bayrağı gönderin en tepesinde, dalgalanmayı sürdürüyordu.
Yani, Türk bayrağı boynunu eğmişken; Arabistan’ın yeşil bayrağı gönderde, en tepelerde dalgalanıyordu.
Bu yalnız dış temsilciliklerde değil, ülke içindeki resmi kurumlarda da öyleydi.
Milli Yasla ilgili düzenlemeler, sıkı sıkıya uygulandı.
Aşırı eğlencelere izin verilmedi.
Devlet kurumları, milli yasın bütün kurallarını uyguladılar.
Örneğin Devlet Opera ve Balesi ve Devlet Tiyatroları gibi kurumlarda gösteri ve diğer sanatsal etkinlikler durduruldu.
İşte Arabistan’ın ve işte Türkiye’nin hal’i pürmelali…
Birincisi Krallık, öteki Cumhuriyet…
Kaçıncı maddede kalmıştık?

Okumaya devam et  21 Aralık 1963 (8)

Kemal Arı, 24.01.2015


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir