DERSİM KONUSUNDA SAHTE BELGELER

İki sahte belgeyi, önce Özgür Gündem yayınladı…Sonra bu belgeler bir anda bütün Havuz Medyası tarafından öyle bir yayıldı ki; artık Türk Kamuoyu şuna inanıyor: - celal bayar amerika

Beyin Yıkama Operasyonu Tam Gaz!

İki sahte belgeyi, önce Özgür Gündem yayınladı…
Sonra bu belgeler bir anda bütün Havuz Medyası tarafından öyle bir yayıldı ki; artık Türk Kamuoyu şuna inanıyor:

1-Atatürk’ün Dersim Olayından (-Sözde soykırımından) haberi vardı; hatta O bu soykırımın (?) emrini verdi..
2-Türkiye, bu sözde Dersim soykırımında zehirli gaz kullandı

Oysa bu iki belge yakından incelendiğinde derhal bunların sahte belgeler olduğu ve tıpkı Ergenekon belgeleri gibi sonradan üretildiği anlaşılıyor…
Şimdi belgelere yakından bakalım:

İki belge, aslında iki mektup…
Kaynağı, yani hangi arşivden alınıp ortaya konulduğu belli değil…
Belgelerin sahibi olan kişi, Sabah gazetesinin bu belgeleri nasıl ele geçirdiği sorulduğunda ilginç bir yanıt veriyor:
-“Bu belgeleri bize, o dönemin ünlü bürokratların yakınları ilettiler…”
Belgelerden birisi; İkinci Dünya Savaşı yıllarında, 19.2.1942 tarihinde dönemin Başbakanı Dr. Refik Saydam tarafından, Erkânı Harbiye Reisi Mareşal Fevzi Çakmak’a yazılmış…
Hemen bir çelişki:
Mareşal’e yazılmış böylesine önemli şeylerden söz eden bir mektup, nasıl oluyor da başka şahısların eline geçiyor? Hem de o dönemin bürokratlarının eline?
Anlamak zor.
Neyse; devam edelim.
Başvekil Saydam, Fevzi Çakmak’a bir mektup yazarak, “tedip ve tenkil” olaylarından(Tunceli kast ediliyor) artık vicdanının rahatsız olduğunu ima ederek, harekâtının sonuçları hakkında bir rapor hazırladıklarını belirtiyor…
Başvekil bu gazların düşman askerlerine bile uygulanmasına karşı olduğunu vurgulayarak; Tunceli’de kullanılan bu gazların bir daha kullanılmaması için yasa teklifi hazırladığını söylüyor. “Kendi halkımıza” karşı kullanılan bu gazların, toplu sivil ölümlerine yol açtığını belirtiyor…
Son satır şöyle:
“Bir daha tekerrür etmemesi için gerekli yasal çalışmaları başlattığımı belirtmek isterim” deniliyor…
İkinci mektup ise; sözüm ona Dâhiliye Vekiline yazılmış…
Adı verilmiyor mektupta ama biz verelim:
Dönemin Dahiliye Vekili, Şükrü Kaya’ dır…
Yazan ise Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Atatürk…
Atatürk’e ait olduğu iddia edilen bu mektupta, Atatürk Diztak karakoluna 4.2.938 tarihinde Kalan Aşireti tarafından yapılan taarruz neticesinde, karakol komutanı dâhil 20 jandarma erinin şehit edildiğini üzüntüyle öğrendiğini belirtiyor. Saldırıyı gerçekleştiren Kalan Aşireti ve diğer aşiretlerden bunun bedelini çok ağır şekilde ödetileceğinden hiç kuşku duymadığını söylüyor ve ardından Cumhurbaşkanlığında yapılacak toplantıya katılmasını rica ediyor.
Şimdi iki mektuba daha yakından bakalım:
İlk mektuptayız…
Mektup daktilo ile yazılmış…
O dönemde, Refik Saydam gibi eski gelenekten gelen ve ağır Osmanlıca kullandığı bilinen biri, şaşılacak ölçüde öz Türkçe kullanmış…
Çok önemli bir ayrıntı:
İmza yok…
Üstelik mektup bir başbakanın pek kullanmayacağı son derece sıradan bir saman kâğıda daktilo ile yazılmış…
Bu, öylesine tutulmuş bir not değil ki, saman kağıda daktilo ile yazılsın?
Bu tür mektuplar elle yazılır ve altına imza ve tarih atılır…
Başbakan’ın elinin altında da her halde hep belgelerde gördüğümüz “Başvekalet” antetli kağıt bulunuyor olmalıydı…
Bir ayrıntı daha:
Mareşal Fevzi Çakmak’a o tarihlerde hemen herkes “Mareşalim” diye hitap etmekteydi.
Ancak Başbakan bu deyim yerine; “Komutanım” diye hitap ediyor…O dönemde belki Müşir Paşa Hazretleri gibi bir ifade ile yazması beklenirdi… Ama sıradan bir erin, bir başçavuşa söylediği gibi; “Komutanım” diye hitap etmeyi tercih ediyor başbakan…
Kuşku üzerine kuşku…
Çok önemli bir ayrıntıyı daha yineleyerek, bu mektup üzerine diyeceklerimizi söyleyelim:
İmzasız, antetsiz, üzerinde o döneme ilişkin tek bir işaret olmayan, daktilo ile yazılmış bir kağıt parçasını nasıl belge olarak görüp, bunun gerçek olduğuna inanalım?
Gelelim öteki mektuba:
İddiaya göre bu mektup, Atatürk’e ait…
Atatürk tutmuş, dönemin başbakanı Celal Bayar’a değil de, adı bile verilmeden Dâhiliye Vekiline içini dökmüş…
Yani Şükrü Kaya’ya…
O da “Dahiliye Vekili Şükrü Bey’e” falan da dememiş…
Yalnızca Dahiliye Vekaletine yazıyor kağıdın başına…
Hem de özentisiz, iki yan çizgi arasına sıkıştırılmış gibi…
Yani Atatürk gibi biri, o da tutacak cumhurbaşkanı antenti olmayan, saman kağıda, daktilo ile bir yazı yazacak ve Şükrü Kaya’nın adından bile söz etmeden, özensiz biçimde Dahiliye Vekiline yazacak ve geçecek…
Hem de koskoca Reisicumhur yanındaki sekreteri ya da başka bir görevli adıyla değil de kendisi oturacak daktilo başına ve bu mektubu yazacak…
Üzerinde de resmi yazışmalarda olması gereken rakamlar ve mühürler olmayacak…
Yani koskoca Atatürk’ün öylesine bir kağıda sanki not gibi yazdığı bir yazıyı birisi kapacak, hiç bir resmi işlemden geçirmeden doğruca Şükrü Kaya Bey’e yetiştirecek…
Hemen anımsayalım:
Atatürk mektuplarını daktilo ile yazmaz, elle yazar…
Bu tuhaf ve iğreti mektupta Atatürk, bilindik alışkanlıklarını ve özenini bir yana bırakacak!
Daktilo metnin altındaki imza da şöyle:
“K. Atatürk…”
Ancak imza adeta zorlanırcasına atılmış ve yazı karakterlerinin boyutlarına bakıldığında, olması gereken ölçülerin çok büyük boyutu olan bir imza…
Yani, bu imza ya Atatürk’e ait değil ya da başka bir yerden alınıp, bilgisayar ortamında oraya eklenmiş…
Böylece o dönemin kâğıt özelliklerine, yazışma tekniklerine ve ayrıntılarına uymayan, dil ve üslup olarak da o dönemin genel karakteriyle uyuşmayan, çok sonraki dönemlere ait sözcüklerin kullanıldığı iki sahte mektup ortaya çıkmış…
Bu saptamalardan sonra görüyoruz ki, iki adet sahte belge ile karşı karşıyayız…
Ama bu sahte belgeler, bütün medyada havuz medyası üzerinden hızla dağıtıldığına ve gerçeklerin tam olarak ne olduğu da kimsenin umurunda olmadığına göre, gerçekte bu sahte belgeler, onlardan beklenen görevi yerine getirmiş oluyorlar…
Nedir bu görev?
Toplumun kafasını karıştırarak, insanları şuna inandırmak:
“Atatürk’ün Dersim harekâtından sorumluluğu olmadığı doğru değildir… Üstelik Türkiye, Dersim olaylarında zehirli gaz kullanmıştır.
Görüyor musunuz sahtekârlığı?
Ancak gelelim asıl noktaya:
Açıyorsunuz televizyonları, gazeteleri, her yerde Dersim olayları tartışılıyor; siyaset dünyası adeta bu konularla sarsılıyor…
Olayların gerçek belgeleri bu tarihe kadar yayınlanmadı. Sınırlı olan bilgilerle de bu zamana dek, doyurucu bilimsel çalışmalar yapılamadı… Olay üzerinde duran araştırıcılar içinde, bilimsel yöntemle işin doğrusunu anlamaya çalışanları hiç göremiyorsunuz ekranda…
Gerçek bir tarihçi yok…
Bol bol, koşullandırılmış olarak beyin yıkama operasyonunun aktörleri ekranlarda boy gösteriyor.
Yani, beyin yıkama operasyonu tam gaz!
Devlet ise sessiz; hiçbir şey yapmadan, kamuoyunda estirilen bu fırtınalara kulak vermiş duruyor…
Niçin?
Bu olay, bu denli önemliyse, yöntem sahte belgelerle konuyu tartışmak ve gerçeği ters yüz etmek mi olur?
Açarsınız o dönemle ilgili arşiv belgelerini, neyse gerçek çıkar ortaya…
Olayın gerçek boyutunu, oluşum biçimini ve ne gibi olaylar yaşandığını bu belgeler üzerinden giderek, doğru bilgilerle kamuoyu öğrenir…
Ancak hemen şu soru aklımıza geliyor:
Yoksa belgeler açıldığında bir Dersim efsanesinin çökmesinden mi korkuluyor?

Okumaya devam et  PROF. DR. KEMAL ARI: GÜLE GÜLE TEOMAN AĞABEY

Not. Cevizkabuğu programında, sayın Cengiz Özakıncı belgelerden biri üzerinde durarak; Atatürk’ün imzasının dönemsel olarak da 1938’de kullandığı imza ile örtüşmediğini anlatıyor…

Kemal Arı, 22.11.2014..


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir