Diyanet: Dindar doktor, hastasıyla daha iyi iletişim kurar!

AİHM'nin "Türkiye'deki zorunlu din dersi uygulamasının insan haklarına aykırı olduğu..." yönünde vermiş olduğu karar üzerine, AKP'nin kurucu üyelerinden Dr. Tayyar Altıkulaç'ın "bu konuda hükümeti kaç kere uyardım..." şeklinde medyaya vermiş olduğu beyanat çerçevesinde adı geçenin geçmişte bu konuda sergilemiş olduğu yaklaşımlardan örnekler vermeye bu yazımızda da devam edeceğiz. - diyanet

AİHM’nin “Türkiye’deki zorunlu din dersi uygulamasının insan haklarına aykırı olduğu…” yönünde vermiş olduğu karar üzerine, AKP’nin kurucu üyelerinden Dr. Tayyar Altıkulaç’ın “bu konuda hükümeti kaç kere uyardım…” şeklinde medyaya vermiş olduğu beyanat çerçevesinde adı geçenin geçmişte bu konuda sergilemiş olduğu yaklaşımlardan örnekler vermeye bu yazımızda da devam edeceğiz.

Tayyar Altıkulaç’ın, 1995 yılında yapılan genel seçimlerde DYP’den milletvekili seçilmesi üzerine, Türkiye Diyanet Vakfı üzerindeki nüfuzunu kullanarak hazırlatmış olduğu ve 1996 yılında toplanan Milli Eğitim Şurası’na sundurduğu “Türk Eğitim Sistemi-Alternatif Perspektif” isimli rapor kitapta bulunan şu satırlar, özellikle İmam-Hatip Liselerinde verilen eğitimin gerçek amacını yansıtması bakımından oldukça önemlidir:

“İslâmiyeti bilen bir doktor, hastasıyla daha iyi iletişim kuracaktır. Hatta bazı durumlarda tıbbî açıdan bu bilgiye sahip olmak mecburiyetindedir. Bir psikiyatri uzmanı, psikiyatristlerin dinî konulardaki bilgisizlikleri yüzünden hastalarına nasıl yanlış teşhisler koyduklarını ve yanlış tedaviler uyguladıklarını örnekler vererek göstermektedir(Göka, 1994). Dini bilen, yani toplumu tanıyan bir vali veya kaymakam, düzeni ve idarî otoriteyi daha kusursuz tesis edecekti. Toplumsal olayların kontrolünü daha ustaca sağlayacaktır. Dini bilgisi olan bir ziraat mühendisi, bir veteriner köylüyle daha sağlam bir iletişim kuracak, daha verimli çalışmalar yürütecektir. 1960 ihtilâlinden sonra, öğretmen açığını kapatmak için 4-6 yıl süre ile uygulanan ‘yedek subay öğretmenlikte en başarılı olanlar İmam-Hatip Okulu çıkışlı öğretenlerdi. Çünkü bu öğretmenler hem okulda çocukları okuttular, hem camide namaz kıldırıp hutbe okudular, hatta bazen muhtarlık görevini üstlendiler; toplum kalkınması için muhteşem bir sentez oluşturdular”(1).

Acaba gerçek, Dr. Tayyar Altıkulaç’ın dayatmasıyla TDV tarafından milyonlarca lira para harcanarak bir grup akademisyene hazırlatılan “Türk Eğitim Sistemi-Alternatif Perspektif” isimli rapor kitapta verilen yukarıdaki bilgiler gibi midir? İsterseniz bu konuyu gerçek hayattan alınan birkaç örnekle açıklayalım:

Diyanet İşleri Başkanlarından Mehmet Nuri Yılmaz, zamanın Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek ile birlikte bir gün Ankara’da bulunan Seyranbağları Huzurevi’ni ziyarete giderler. Ziyaret sırasında Mehmet Nuri Yılmaz’ın orada barınmakta olan yaşlı vatandaşlara söylediği söz şudur: “Artık öbür dünya için de hazırlıklar yapmalısınız!”. Bu konunun o günkü medya organlarında gündem yapıldığını hatırlıyorum ben. Dolayısıyla; din eğitimi almış bir psikologun bu türlü pot kırma ve gaf yapma tehlikesi de her zaman bulunmaktadır. Ayrıca zaman zaman medyada dini eğitim almış türbanlı bayan doktorların, dinî gerekçelerle, yani “Namahremdir” diyerek erkek hastaları muayene etmekten imtina ettiğini herkes gibi ben de okuyorum(2). Demek oluyor ki; dinî eğitim almanın, özellikle sağlık alanında böyle bir menfi etkisi de vardır.

Din eğitimi almış doktorların ve hastane müdürlerinin özellikle mevcut iktidar döneminde dikkat çekici boyutlarda artmasına mukabil, özellikle organ nakli konusunda Türkiye’nin hala Hıristiyan Avrupa ülkelerinin bile gerisinde olduğunu muhtemelen sizler de duyuyor ve biliyorsunuzdur. Peki, bu durumu dinin hangi hükmü ile açıklayabiliriz? Diyanet’in bu konuda cılız da olsa fetva vermesine karşılık, organ nakli bekleyen Müslüman hastalar, hala batılı Hıristiyan ülkelerden medet ummakta, doktorlarımız ise çaresiz bir şekilde ölmüş insanlardan, yani kadavralardan istifade etmeye çalışmaktadırlar.

İmam-Hatip mezunu olan kaymakam ve valilerin taşrada özellikle din hizmetlerinin sunulmasında en büyük handikap olduğunu bir çok Müftü ve İmam-Hatip’ten dinlemişliğim vardır benim. Bu tür mülki erkân, her türlü işi gücü bırakıp, cami hizmetlerine varıncaya kadar din hizmetlerine müdahale etmekte, bu da verilen hizmetlerde yeknesaklığın bozulmasına sebep olmaktadır. Vaktiyle aralarında olduğum sırada pek çok müftünün, “En rahat çalışmayı Atatürkçü ve Sosyal-Demokrat görüşlere sahip ve dini bilgisi az vali ve kaymakamlarla yaptıklarını ısrarla söylemektedirler. Adamlar ya saygılarından, ya da bu konuda kendilerini yetersiz gördüklerinden ve belki de günah işlemekten korktuklarından işlerimize karışmamakta, taleplerimizi kolaylıkla karşılamaktadırlar” şeklinde tarafıma bilgiler aktardığını hatırlıyorum ben.

Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, valilerin gerekirse kömür kamyonlarına atlayıp fakir fukaraya kömür dağıtmaları gerektiğini söylemesinden sonra Elazığ Valisi Muammer Muşmal’ın, kömür dağıtımına nezaret ettiğine ilişkin haber ve görüntüleri bütün Türkiye dinlemiş ve izlemiştir(3). Ne ilginçtir ki; 12 Haziran 2011 yılında yapılan genel seçimlerde bu Muammer Muşmal, AKP’den değil, MHP’den milletvekili aday adayı olmuştur.

Aynı eserde devamla şu tenkit ve önerilere de yer verilmektedir:

“Din eğitimi, ısrarla vurguladığımız üzere salt bir eğitim sorunu değildir. Öncelikle bir demokrasi sorunudur. Din ve vicdan hürriyetlerinin en geniş alanını kapsayan bireyin dinini öğrenme ve öğretme hakkı yani ‘din eğitimi’ Türkiye’de standart bir demokratik ülkede olduğu gibi ‘normal’ değildir; yasakçı, sınırlayıcı, yer yer hasmane bir yaklaşımın konusudur. Özel kişi ve kuruluşların din eğitimi vermesi yasaktır; bu alan devlet tekelindedir. Devlet tekeline aldığı din eğitimini gerek nitelik gerekse nicelik açısından halkın talep ettiği evsafta vermemektedir. Din eğitimi konusu, demokratik çerçevenin tamamıyla dışında bir kavga, anlamsız bir çatışma konusudur. Türkiye’de siyasî kimlikleri belirleyen kriterlerin ilk sırasında din eğitimi konusunda takınılan tavırlar yer almaktadır. Din eğitiminin normal standartlara ulaşamaması, devlet-halk kaynaşmasını engellemekte, milli bütünleşmenin en sağlam harcı olan dini parantez içine almakta ve nihaî olarak ideal bir demokratik düzene girişimizi frenlemektedir.

Bütün bunların yanında belki de en önemlisi, ‘din eğitimi’ konusunda sürdürülen kavga eğitim sistemimizin bütününü çağa uygun, rasyonel ve etkin bir düzeye getirilmesine engel olmaktadır. Eğitim sisteminde reform planlanırken ‘öyle bir sistem kurmalıyım ki, bu sistemde din eğitimi kendisine yer bulamasın’ kaygısı ile hareket edenler, eğitimde rasyonel bir reform yapabilirler mi? Bu tespit bir faraziye değildir. Türkiye’de temel eğitimin 8 yıla çıkartılması, ‘yönelme’ sistemi hep bu kaygıların gölgesinde tartışılmaktadır.”(4).

Görüldüğü gibi burada, o günkü Anayasanın “Din ve vicdan hürriyeti” başlığını düzenleyen 24. maddesinde bulunan “Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.” şeklindeki düzenlemeye haksız bir eleştiri söz konusudur. Eleştiri haksızdır, çünkü bugün olduğu gibi o gün de hem Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı ve sayıları belki de binlerle ifade edilen İmam-Hatip liselerinde, hem çeşitli üniversitelere bağlı sayıları 30’a yaklaşan İlahiyat Fakültelerinde örgün din öğretimi yapılmakta, hem de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak faaliyette bulunan binlerce Kur’an Kursu’nda yaygın din eğitimi verilmekteydi ve halen de verilmektedir.

Özel ve kaçak sayılabilecek tarzda faaliyette bulunanlar ise işin cabası. Öte yandan özellikle yaz aylarında her biri birer Kur’an Kursu’na dönüşen 70-80 bin cami sebebiyle, Diyanetin 8 yıllık zorunlu temel eğitime yöneltmiş oldukları tenkitlerin ne kadar haksız olduğu da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zira bu cami Kur’an Kurslarında yaz aylarında kâğıt üzerinde ilköğretim beşinci sınıfı bitirmiş olmaları sebebiyle milyonlarca çocuk, belki de çoğu ehliyetsiz olan İmam-Hatipler ve müezzin-kayyımlar tarafından din eğitimine tabi tutulmaktadırlar. Camilerde din eğitimine tabi tutulma yaşının, ilköğretim beşinci sınıfı bitirme yaşı olduğunun kâğıt üzerinde olduğunu söyledik; zira bu konuda çeşitli sübjektif sebeplerle (popüler deyimle mahalle baskısı gibi baskılar sebebiyle) kesin bir ayırım ve engelleme hiçbir zaman yapılamamaktadır. Ayrıca gerek Kur’an Kursları’nda, gerekse camilerde verilen din eğitimi, hiçbir zaman adamakıllı bir denetime de tabi tutulamamaktadır.

Diyanet tarafından hazırlanan yayında din eğitimi konusunda özetle şu tekliflere de yer verildiği gözlenmektedir; Türkiye’de din eğitimi, demokrasi standartlarına uygun olarak normalleştirilmelidir. “Normalleşme” din eğitimi arzının, vatandaşın din eğitimi talebini doyurmasıdır. Açılmayı bekleyen İmam-Hatip Liselerinin tamamı açılmalı, devlet bu liselerin inşaatına yardımcı olmalıdır. Kur’an Kursları, temel eğitimin ikinci kademesi(ortaokul) olacak şekilde yeniden şekillendirilmelidir. İmam-Hatip mezunlarına getirilen sınırlamalar kaldırılmalıdır. Din eğitimi üzerindeki yasakçı anlayışlara son verilmelidir. İlk ve orta dereceli okullarda okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri, uygulamada içine düştüğü gayri ciddi durumdan kurtarılmalıdır(5).

Görüldüğü gibi; Dr. Tayyar Altıkulaç’ın yönlendirmesiyle TDV tarafından hazırlanıp 1996 yılında, yani Refahyol hükümeti sırasında düzenlenen Milli Eğitim Şurası’na sunulan raporda dile getirilen tekliflerle, bugün AKP hükümetinin 4+4+4 şeklinde uygulamaya soktuğu din dersleri ağırlıklı eğitim sistemi hemen hemen birebir örtüşmektedir ve bu sistemin banisi, AKP’nin kurucusu ve AKP iktidarlarının ilk dönemlerinde TBMM Mili Eğitim Gençlik ve Spor Komisyonu Başkanı olarak görev yapan Dr. Tayyar Altıkulaç ve yakın arkadaşlarıdır. Hatta, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne kadar yükseltilen Prof. Dr. Mustafa İsen örneğinde olduğu gibi, söz konusu kitabı yazan komisyonun üyeleridir.

Bu itibarla; AİHM mahkemesinin kararı üzerine “Hükümeti defalarca uyardım” şeklinde medyaya beyanatta bulunan Dr. Tayyar Altıkulaç, kesinlikle doğru söylemiyor, takiyye yaparak büyük ölçüde sureti haktan görünmeye çalışıyor. Belki de bu çıkışıyla 2015 yılı genel seçimleri için muhalefet partilerine, en çok da bu tür adamlara teşne gözüken CHP’ye göz kırpıyor olmalıdır, ne dersiniz? Prof.Dr. Mehmet Bekaroğlu’ndan sonra Dr. Tayyar Altıkulaç? Doğrusu pek yakışır CHP’ye!

__________
1-Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay ve arkadaşları, “Türk Eğitim Sistemi-Alternatif Perspektif”, s. 127, TDV Yayınları, Ankara-1996,
2-Bkz. 17.12.2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde bulunan “Tesettür faciası” başlıklı ve Uğur Dündar-Mine Özbek imzalı haber, .
3- bkz. “http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=28956” internet adresinde bulunan 29.12.2007 tarihli ve “Başbakan’ın talimatına ilk o uydu!” başlıklı Milliyet kaynaklı haber. Ayrıca bk. “http://www.milliyet.com.tr/2007/12/29/guncel/gun03.html” internet adresinde bululan aynı başlıklı ve Şah İsmail Gezici imzalı haber.
4- Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay ve arkadaşları, “Türk Eğitim Sistemi-Alternatif Perspektif”, s. 302-303, TDV Yayınları, Ankara-1996,
5-Age, s. 303.


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir