KURTULUŞUN YOLU, SAMSUN’A ÇIKMAKTAN GEÇER…Ali Eralp

Mustafa Kemal Atatürk

1950’lerden bu yana bu ülkede bir demokrasi oyunu oynanmaktadır.

Bu oyunun adına “Sandık Demokrasisi” de diyebiliriz.

Oyunun ilk perdesi, Atatürk’ün ölümünden sonra Kemalist, devrimci kadroların tasfiyesi ile açıldı. Ağaların, beylerin, eşrafın isteği doğrultusunda Köy Enstitüleri tasfiye edildi.

Böylece, çağdaş eğitimle, kültürle, bilimle tanışıp, vatana yararlı bireyler olarak yetiştirilen yoksul köy çocuklarının önü kesilmiş oldu.

Daha sonra okullara zorunlu din dersleri kondu. Dünya işleri ile dinin ayrılmasını öngören Atatürkçü laik eğitim sisteminin köküne kibrit suyu döküldü.

Arkasından da Truman doktrini ile Amerika, Türkiye’ye davet edildi…

ABD ülkemize bir girdi, pir girdi.

Giriş o giriş, geliş o geliş…

Şimdi iktidar kadrolarını düzenliyor, kendine uygun muhalefeti ayarlıyor… Ondan sonra gelsin seçimler, gelsin SEÇSİS’ler…

Bu ucube seçim aracı yeryüzünde bir tek Türkiye’de kaldı…

SEÇSİS yazılımını oluşturan uzman bile, mahkemede bu sisteme dışarıdan müdahale edilebileceğini kabul etti. Ama bizim iktidarın da muhalefetin de sesi çıkmıyor. Her ikisi de hayatından memnun, işi götürüyor.

Hiç itirazları yok…

Faşist Evren Cuntasının getirdiği yüzde 10 baraj sistemi ise demokrasinin üstünde Demokles’in Kılıcı gibi sallanıyor…

60 -65 yıldan bu yana halkımız sandık demokrasisi ile uyutuluyor. Avutuluyor… Emperyalizme sırtını dayayan egemen güçler ise durmadan iktidar oluyorlar…

Birisi bırakıyor, ötekisi alıyor… Nöbetleşe… Sırayla… Yıpranan çekiliyor… Güç kazanan, ABD desteğini arkasına alan yeniden işbaşına geliyor…

Ama yoksul köylülere, emekçilere, memurlara TBMM’nin yolu kapalı… Onlar seslerini duyuramıyorlar.

Yasalarını yapamıyorlar. Yasalar hep varlıklıların yararına düzenleniyor…

Medyanın da yardımıyla halkımız sadece sadaka ekonomisi koşullarında yaşamaya; efendilerine, ağalarına, beylerine, şeyhlerine el pençe durmaya, “şükretmeye” alıştırılıyor.

Açlık, yokluk, yoksulluk diz boyu imiş… Kimin umurunda… Yeter ki ayakkabı kutuları dolsun…

Yani parası ve kudreti olan düdüğü çalıyor.

 

Bu ülke için, bu ülkenin bağımsızlığı için kanını, canını verenleri, Kurtuluş Savaşında düşmanla birlik olup, arkadan bıçaklayanların torunları günümüzde de, aynı ihanet geleneğini sürdürerek, bu kez de vatanın ormanlarını, derelerini, fabrikalarını yağmalıyorlar…

Yeni yeni talan yasaları çıkarıyorlar…

Bileği kuvvetli olan yargısını, adaletini, emniyetini, ordusunu da kuruyor…

Yargıcını, savcısını atıyor. Beğenmediklerinin işine son veriyor. Ortaya çıkarılan suçlar, suçlular, rüşvetler karşısında ise her zaman yaptıkları gibi mağdurları oynuyorlar. Suçu “Paralel Devlet”in üzerine atıyorlar.

Ondan sonra başlıyorlar “Demokrasi Oyunu”na… Arada bir halkın gazını almak için muhalefetle iktidar birbirlerine ağır sözler söylüyor… Hatta küfrediyorlar… Meclis salonunda yumruklaşıyorlar… Ardından da bayram ziyaretlerine gidiyorlar…

Öpüşüyorlar, koklaşıyorlar…

Dargınlıklar unutuluyor…

Sövmeler, saymalar unutuluyor…

Hırsızlıklar, yağmalar, talanlar, yalanlar – dolanlar unutuluyor…

Bahar rüzgârları esmeye başlıyor.

Elbirliği ile Kuran kursları, imam hatip okulları, tekkeler, zaviyeler açıyorlar… Kürt özerkliğini savunuyorlar…

Ayrıca iktidarı ile muhalefeti ile ABD’ye, AB’ye gidip geliyorlar. Direktifler alıyorlar. Anlaşmalar yapıyorlar. İmzalar atıyorlar… Emperyalist ülkelere övgüler diziyorlar…

Bir kez olsun mazlum ülkelerle dayanışmak, güç birliğine gitmek akıllarının ucundan bile geçmiyor.

Tüm dünyanın örnek aldığı Kurtuluş Savaşçısı Mustafa Kemal Atatürk’ü kötüleyebilmek için birbirleriyle yarışıyorlar…

Masalı, hikâyeyi, boş konuşmayı bırakalım artık…

Ağanın, şeyhin, şıhın, tarikatların, tekkelerin, emperyalizmin hüküm sürdüğü ülkelerde ne demokrasiden, ne özgürlükten söz edilebilir…

Sandık elbette kullanılmalıdır, değerlendirilmelidir, ondan yararlanılmalıdır. Ama tek başına sandığın her derde deva bir ilaç ve “gerçek demokrasi” aracı olmadığı da bilinmelidir…

Yine şu da bilinmelidir ki, bizim gibi emperyalizmin kıskacında kıvranan, Ortaçağ kalıntılarının cirit attığı, din sömürüsünün geçerli olduğu ülkelerde tek çözüm devrimdir.

Devrimin ve kurtuluşun yolu ise “Yeniden Samsun’a çıkmak”tan geçer…

Atatürk Kurtuluş savaşını başlatmadan önce hangi yollardan geçmişse, hangi yöntemleri kullanmışsa, devrimciler de aynı yolu ve yöntemi kullanmak zorundadırlar.

Onlarca kez yineledik. Yeniden yineliyoruz:

Tiyatro salonlarında, kültür salonlarında devrim yapılmaz. Kendimiz söyler, kendimiz dinleriz… Zaten bilinçli olan bir avuç aydın kesimine anlatır, alkış toplarız. Hepsi bu kadar…

Ama hala geride Ayakkabı kutularından, çelik para kasalarından, para sayma makinelerinden, 700 bin TL’lik kol saatlerinden haberi olmayan milyonlar olur…

Onlara gitmeli… Bunları onlara anlatmalı… Atatürk’ün yaptığı gibi onları örgütlemeli…

Parti başkanlığı, koltuk, sekreterlik, makam sevdası hayatımıza yön vermemeli… “BENİM OLSUN KÜÇÜK OLSUN” anlayışından süratle kurtulmalı, antiemperyalist, antifaşist ulusalcı cephede toplanmalıyız…

SAMSUN’A ÇIKMALIYIZ…

([email protected])


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir