Türküm, doğruyum, odunum, o halde yanmaya müstehakım!

Yıl, 1970’ler. Sovyet sisteminin dipdiri ayakta olduğu soğuk savaş yılları. Yer Özbekistan’ın başkenti Taşkent. Yavuz Bülent Bakiler, Kültür Bakanlığı adına Taşkent Film Festivali için Özbekistan’a gidiyor. Yavuz Bülent Bakiler’in Özbekistan’da geçen anılarını da anlattığı “Türkistan Türkistan” isimli kitabında can yakıcı anılar yer alıyor. Bu anılardan birisi de Taşkent’te kalmış olduğu otelde, muhtemelen birinci cihan harbinin devam ettiği yıllarda kan davası yüzünden yurtlarını terk edip önce Batum’a, oradan da Taşkent’e gidip yerleşen Diyarbakırlı bir ailenin çocuğu olan delikanlı ile aralarında geçen diyalog. - turkiye almanya iliskilerinde yeni donem 2195961

Yıl, 1970’ler. Sovyet sisteminin dipdiri ayakta olduğu soğuk savaş yılları. Yer Özbekistan’ın başkenti Taşkent. Yavuz Bülent Bakiler, Kültür Bakanlığı adına Taşkent Film Festivali için Özbekistan’a gidiyor. Yavuz Bülent Bakiler’in Özbekistan’da geçen anılarını da anlattığı “Türkistan Türkistan” isimli kitabında can yakıcı anılar yer alıyor. Bu anılardan birisi de Taşkent’te kalmış olduğu otelde, muhtemelen birinci cihan harbinin devam ettiği yıllarda kan davası yüzünden yurtlarını terk edip önce Batum’a, oradan da Taşkent’e gidip yerleşen Diyarbakırlı bir ailenin çocuğu olan delikanlı ile aralarında geçen diyalog.

Aslen Diyarbakırlı olan ve olayın geçtiği yıllarda 60 yıllık Taşkentli olan bir ailenin çocuğu olan delikanlı, Taşkent radyosunda bir hasbıhal (sohbet) programına katılan Yavuz Bülent Bakiler’in konuşmasını dinleyen kötürüm babasının “Bütün ağrılarımı unuttum. Allah’a şükürler olsun. Türkiye’den babalarımız gelmiş, hemen mihmanhanaya (otele) git, kendisiyle tanış ol. Sor, soruştur. Bize Türkiye’den havadis getir” şeklindeki ısrarı üzerine Yavuz Bülent Bakiler’in kalmış olduğu otele gelir ve kendisiyle sohbet ederler.

Taşkent’te Bir Diyarbakır’lı

Yavuz Bülent Bakiler, aslen Diyarbakır’lı olan ve 60 yıl önce kan davası yüzünde memleketlerini terk ederek en sonunda Taşkent’e yerleşen bir ailenin oğlu olduğunu öğrendiği delikanlı ile aralarında geçen sohbetin sonunu şöyle bağlıyor:

“Kalktık. Benden ısrarla, bir isteğimin olup olmadığını sordu. ‘Üzerimde bir yadigârının kalmasını’ çok istiyordu. Azeri Türkülerini çok sevdiğimi, Raşit Baybutof’tan veya Zeynep Hanlarova’dan bir plak bulabilirse çok sevineceğimi söyledim. Ona güzel bir Kur’an-ı Kerîm hediye ettim. Ayrılırken kucaklaştık.

O günün gecesinde, saat 24 sularında odamın kapısı çalındı, karşımda yemyeşil gözleriyle gülümsüyordu. Gecenin yarısında çıkıp gelişine şaşırdım. Elinde iki büyük Azeri plâğı vardı:

-‘Bunları sizin için getirdim. Çok aradım; Raşit Baybutof’tan bulamadım. Depolarına kadar gittim sordum. Baybutof yok. Hanlarova var. Size yadigârım olsun.’

Sesini daha da kısarak, başını omuzları içine çekerek devam etti:

-‘Kardaşım dedi ki sakın gitme, başımıza iş açarsın. Ama bin dinlemedim geldim. Eğer bunları bu gece size getirmeseydim, sabaha kadar gözümü uyku girmeyecekti…’

Sonra birden eğildi, sağ elinin parmaklarıyla ayakkabılarımın üstünü birkaç defa sıvazladı. Geriye çekildim:

-‘Durun! Dedim. Ne yapıyorsunuz öyle? Yapmayın Allah aşkına!’

Yüreğime bir avuç ateş gibi düşen cevabını ebediyen unutmayacağım:

‘Babam dedi ki; -Ben o dinlediğin adama kurban olayım! Ayakkabılarının üzerinde belki Türkiye’nin tozu toprağı vardır. Git elinle onun ayakkabılarının tozunu al. Sonra parmaklarını getir gözlerime sür… Ömrümün sonunda, gözlerimde Türkiye’nin tozu-toprağı olsun istiyorum-‘

Sesi titriyordu. Güzel yeşil gözleri çoktan buğulanmıştı. “Allahaısmarladık” bile diyemeden çekip gitti. Dondum kaldım. Odamın kapısını bir süre örtemedim. Taşkent’te Diyarbakır’ın yiğit evlâdı, vatansever evlâdı Süleyman Nazif’in o güzel, o yiğit yüreğiyle yaşayan, Türkiye ve Türklük sevdalısı Diyarbakırlılar’ı, hem bütün hemşerilerine hem de bütün Türkiye’ye saygıyla takdim ediyorum.”(1).

Şırnak’ta Bir Çankırılı!

“Diyanet’teki Sendika Ağaları” başlıklı yazımda da anlattım(2). Yıl, 2004. Yer, Şırnak İl Müftülüğü. İkinci kez Şırnak’tayım. Seneler sonra ikinci kez gidiyordum Şırnak’a. TDV Müfettişi olarak teftiş çalışması yapıyorum. Yanımda Vakıf işlerini yürüten Müftülük Memuru var.25 yaşlarında var ya da yok. İş ve işlemleri çorba gibi! Neresinden tutsam dökülüyor. Tıpkı bölgede iç içe girmiş sorunlar gibi. İçinden çıkabilene aşk olsun. Ancak hiçbir hatasını kabul etmiyor genç memur; ukalanın birisi. Üstelik de oldukça asık suratlı ve karanlık yüzlü gözüküyor gözüme. İlk işim bu delikanlıyı çalıştığım odadan atmak oluyor! Zira bununla çalışmamın ve teftişi sonuçlandırmanın, bugün İmralı canisiyle yapılan müzakerelerden çok daha zor olduğunu hemen anlıyorum. Müftü efendiye, “bu adamı başımdan alın ve bana anlaşabileceğim bir adam gönderin” diyorum. Müftü Fuat Altıntaş sağ olsun; hiç ikiletmiyor yeni bir adam gönderiyor. Şırnak’a ilk gelişimde beni evinde misafir eden ve harika bir insan olan Müftülük Şefi Reşit Yıldız, her zamanki babacanlığı ile orada. Bana moral vermeye çalışıyor!

Bir ara müftülüğün çay işlerine bakan görevli geliyor çalıştığımız odaya. Kapıdan;
-“Hocam çay içer misiniz?” diye soruyor.
Ben de bölgede genelde sınırdan kaçak yollardan geçirilerek içilen Seylan Çayı’nı sevmediğim için gayri ihtiyari;
-“Türk çayı demlerseniz içerim” şeklinde cevap veriyorum.
Yanımdaki Müftülük memuru tebessümle karışık hemen uyarıyor beni;
-“Hocam burada Türk çayı demezseniz iyi olur! Çünkü bu tabirden rahatsız olanlar var Müftülükte! Onun yerine ‘yerli çay’ ya da ‘Rize Çayı’ derseniz iyi olur!..”

Yıl 1970’ler. 60 küsur yıldır Özbekistan’ın başkenti Taşkent’e yaşamak zorunda kalan Diyarbakırlı bir vatandaşımız, son nefesini Türkiye’nin tozuyla vermek istiyor, gözlerini Türkiye’nin toprağıyla kapatmak istiyor! Yıl, sadece 30 yıl sonrası; 2004. Şırnak İl Müftülüğü’nde “Türk”, “Türkiye” ve “Türk’üm” demek bile sakıncalı. Tehlike arz ediyor! Ola ki; müftülükte çalışan muhbirler, “Müftülüğe Ankara’dan Türkçü bir müfettiş gelmiş…” şeklinde bir haber uçuruverirler bir yerlere…

Acaba neden?

Peki, 30 yılda ne değişti de Doğu ve Güneydoğu bu hale geldi? Bu konuda, Kürtçülerin ve Kürt siyasetçilerinin suçu ve kabahati elbette büyüktür. Peki, bizim, yani benim gibi Türk Milliyetçilerinin hiç mi suçu yok? Olmaz mı? Hem de kıyamet gibi suçumuz var bizim! Çünkü biz bölgeyi büyük ölçüde unuttuk. Zorunlu askerlik ve “Şark Hizmeti” dışında gönül rızası ile gidip gelmedik oralara. Yıllardır değil, belki de asırlardır birer “Sürgün yeri” olarak baktık o güzel topraklara. Senelerdir “Türk’üm, doğruyum…” dedik durduk ama aslında doğruluğu sadece “Odunluk” olarak anladık! Hani şu Yunus Emre’nin, onca yıl kapı kulluğu yaptığı şeyhi Tabduk Emre’nin dergâhına taşıdığı odunlardan bahsediyorum.

Rivayete göre; Yunus Emre onlarca yıl hocası Tabduk Emre’nin dergâhına hep doğru odun taşımış. Sebebini sorduklarında da “Bu dergâhtan eğri odun bile giremez” demiş ya! İşte o gün bugündür Türklüğü bize hep “odunluk” olarak anlatmışlardır. Biz de o anlatılanlara inanmış; uzun asırlardır Türklüğü köylülükle, nobranlıkla eş değer tutmuş, 70-80 yıldır “Türküm, doğruyum” diye yemin ederken de hâşâ huzurdan, Türklüğü hep “odunluk” olarak anlamışız! Ancak “doğru odun” olarak! Doğruluğun, çalışkanlığın içini bir türlü doldurmamışız. “Yasam şudur”, “İlkem budur” derken hep bir ayağımızı havaya kaldırıp yalan söylemişiz! Onlarca yıldır “Çalışkanım” diyerek boşuna efelenip durmuşuz Türk Milliyetçileri olarak! Gerçekten çalışkan olsaydık ve çalışsaydık, hiç bu hale gelir miydik? Bakın bugün Türklük, neredeyse Anadolu coğrafyasından tamamıyla tasfiye edilmek üzere ama biz hiçbir şey yapamıyoruz. Eğer gerçekten “Andımız” da denildiği gibi çalışkan olsaydık ve çalışsaydık, hiç bunlar olur muydu sanıyorsunuz? Bakın bütün bu olanlara engel olacak halimiz bile yok bizim. O sebeple bizim işte böyle cayır cayır yanmamız haktır, Türk Milliyetçiliği deyince mangalda kül bırakmayan ancak sıra Türk Milliyetçiliği’nin gereklerini yapmaya gelince; tıpkı mangal külü gibi ortalıktan toz olan efendiler. Bu ülkenin “Milliyet Baronları” sözüm sizleredir. Çünkü yanlış yoldasınız…

Türküm, Doğruyum, Çalışkanım…

AKP iktidarının ilkokullardan “Andımız”ı kaldırdığı gün, gözümün önüne 2004 yılında Şırnak’ta geçirdiğim birkaç gün geldi. Güvenlik sebebiyle, genç yaşta ve hayatının baharında iken yitirdiğimiz arkadaşım Merhum Uğur Cahit Türker ile birlikte bizi Şırnak Polis Evi’nde misafir etmişlerdi. Oldukça konforlu bir yerdi Polis Evi. Lüks otellerden tek farkı, ötede beride vızık vızık öten polis telsizleri ve her adım başı tepeden tırnağa kadar silahlı Özel Harekât Polislerinin cirit atıyor olmasıydı. Doğrusu ya; son derece güvenlikli bir ortamdaydık!

Şırnak Polis Evi’nde kaldığımız süre içinde hemen her sabah yakınlarda buluna bir ilkokuldan koro halinde yükselen “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım…” sesleriyle uyanıyorduk arkadaşımla. Ve her sabah içimdeki çocuk canlanıyor, ben de o koroya iştirak ederek andımızı mırıldanıyordum. Doğrusu, Müftülükte yaşadığım o hadiseden sonra için huzur doluyordu Polis Evi’nde.

Şırnak Müftülüğü’nde yaşadığımız yukarıdaki olaydan sonra teftiş süresince misafir edildiğimiz Şırnak Polis Evi’nde, her sabah, yandaki okulda okunan “Andımız” ile uyanmanın vermiş olduğu hazzı, hayatımın hiç bir döneminde tatmadım ben! Bundan sonra da tadacağımı hiç sanmıyorum! Tıpkı, iktidar partisi tarafından geçenlerde “Andımız”ın kaldırılmasıyla duyduğum üzüntüyü hiçbir zaman unutmayacağım gibi…

İşte o günlerden birisinde, yandaki ilkokulda Şırnaklı çocukların okuduğu andımızı dinledikten sonra yataktan fırlayıp, don-gömlek “Diyeceksiniz ki Niye İşte Eyle” başlıklı şu şiiri karaladığımı hatırlıyorum Şırnak Polis Evi’nde:

Botan Çayında balık tutmak ağlar dolusu,
Ve Siirt’te Başur Deresinde piknik yapmak korkusuzca! ‘
“Ceddin deden marşı” dinlemek Eruh’ta Billorisli çocuklardan,
Sonra hep birlikte İstiklâl Marşı okumak asma köprüde,
Vatanın bölünmezliğini, milletin bütünlüğünü haykırmak derin vadilere,
Söyleyin, az şey midir sizce?

Şırnak caddelerinde yürümek, göğsünü Cudi’ye dönüp,
Geçmişi hatırlamak Gabar Dağlarında,
Yol üstünde bir oba, obanın önünde bir kız,
Kızın sırtında bir bebek, kız desem tam da okul çağlarında,
Sabahları ”Türküm, doğruyum!” andıyla uyanmak Şırnak’ta,
Söyleyin, et tırnaktan ayrılır mı, tırnak ette, et tırnakta!

Hasankeyf’te zamanı unutmak, kaleden bakarak,
Şurası Roma, şurası Eyyubi, şurası bilmem hangi medeniyet,
“Her şeye şahidim” diyor Dicle; nazlı nazlı akarak,
“Devir üstünde devir” diyor, “kime kısmet, kime niyet,
Burada farklıdır keyfiyet ve kemiyet,
Gün senin devran senin, ne olursun kerem et!”

Batman’da içine çekmek mis gibi petrol kokusunu,
Raman’da dua etmek petrol kuyusunun başında,
Yaradan özenle oluşturmuş bölgenin dokusunu,
Altın kaynıyor buraların toprağında, taşında;
Ovada pamuk, tarlada fıstık, nehirde balık,
Adam gibi adamlar gördüm orda ki, inadına kalabalık.

Şirvan’da incir bahçelerine dalmak, Mele Âsım’a misafir,
Âsım bir Seyyid, olmasa ne çıkar, o zaten bir safir.
Pirinçli Köyü’nde nar, ceviz, üzüm birbiriyle yarışır,
Su sesi, kaval sesi, bülbül sesi birbirine karışır,
Şu dağlara bak ne kadar yüce, şu engin suya inat,
Ya Rab, bu ülkeyi esirge, ona ger sen kol kanat.
____
1-Yavuz Bülent Bakiler, Türkistan Türkistan, s, 129-130, TDV Yayınları, Ankara, 1996,
2-http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi79806-Diyanetteki_sendika_agalari.html