KCK’ya Giden Süreçte “Milli İrade” Söylemi…

Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL - TA3 1900 2 pp3

Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL

Adı, PKK terör örgütü ve BDP ile eş
zamanlı olarak anılan KCK,  Türkiye’de
teröre karşı yürütülen “çok boyutlu” mücadelede “paralel
sorun” olarak gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. İllegal bir yapı
olarak KCK’ya yönelik bu
operasyon, aynı zamanda meşruiyet zemini çerçevesinde başlatılan polemikle de
dikkat çekmekte.

Devlet-millet-irade-hak ve özgürlükler bağlamında devam eden
süreç, keskin iniş ve çıkışlara da şahitlik ediyor. Bu bağlamda Başbakan Erdoğan’ın basında yer alan şu ifadesi çok dikkat
çekici oldu: “Bu ifadelerim
sebebiyle beni ‘devletçi, milliyetçi’ diye ifade edenler varsa, bu ifadeleri
kullanmak devletçilikse, milliyetçilikse evet, devletçiyim, milliyetçiyim. Çünkü
biz bu gerçekleri ortaya koymaya mecburuz
.”

Başbakan Erdoğan, burada çok önemli bir hususa,
“zemin”e dikkatleri çekiyor ve bir anlamda devlet-millet bağlamında
yürütülen tartışmaya da son noktayı koyuyor. Bir diğer ifadeyle Erdoğan, zemini sadece “halk” boyutunda bir
“taban” olarak kabul eden anlayışı reddediyor, ve onun yerine tekrardan
“devlet-millet” anlayışını oturtuyor.

Doğru olan siyasi yaklaşımda
aslında budur, özellikle de devletçi zihniyete sahip liderler açısından. Nitekim,
“devletin bekası” ve “milletin refahı”, gerek Türk tarihi
gerekse de evrensel anlayış-yaklaşım açısından bu siyasi anlayışın özünü
oluşturmaktadır. Yeryüzündeki tüm devletler ve siyasiler açısından öncelikli
iki temel hedef de budur. “Milli siyaset”, “âli siyaset”,
“yüksek siyaset” vb. kavramlarla da ifade edilen bu hedefler,
doğrudan doğruya uluslararası ilişkilerde yaşanan “güç” ve
“çıkar” çatışmalarının da nedenini oluşturmaktadır.

Bu mücadelede başarı; ortaya
konulan “siyaset” ile “araçlar” ve “stratejiler”
arasında bir ahengi kaçınılmaz kılmaktadır. Bir diğer ifadeyle, başarının
temelini bu üçlü sütun arasındaki uyum oluşturmaktadır. Bunlardan birinin
eksikliği ya da uygulamada yapılan bir takım yanlışlıklar, kaçınılmaz olarak bir
ülkeyi telafi edilebilir kısmı kayıplardan, dönüşü olmayan  ölümcül sonuçlara kadar götürebilir.

Bu husus aslında hayatın bütünü
için geçerlidir. İkili ilişkilerden, kurumsal olanlara kadar günlük yaşamın bir
çok alanını ve boyutunu içine alır. Gerek bireysel gerekse de toplumsal
anlamda, insanın olduğu her yerde bu böyledir. Fakat, bir istisna ile; o da
“akıl”dır. Başarı, burada “aklı” gerektirir.

Bireysel bazda herkes öncelikle kendisinden
sorumludur; fakat toplumsal zeminde durum farklıdır, burada “ortak
akıl”  elzemdir. Bu da kaçınılmaz
olarak ortak bir iradeyi, yani “devlet”i gerektirir. Aksi takdirde
“anarşi”, ortak akıl yolunda en büyük akılsızlık olarak karşımıza
çıkar. Bu noktada devlet, o toplumda tek otoritedir, sistemin kendisidir. Güçtür,
gücü kullanabilecek yegane meşru varlıktır. Temel hedefi, yukarıda da
değinildiği üzere beka ve halkının refahıdır, dolayısıyla kaynağı ve varoluş
nedeni öncelikle kendi halkı ve ona yön veren tarihsel misyon duygusudur.

İşleyiş olarak, intizam ve mizanı
gerektirir. Aksi takdirde zafiyete yol açar. Dolayısıyla adil olmak, adaleti
sağlamak ve bunu dağıtabilmek en büyük yükümlülüğüdür. Bu da “hukuk
devleti” demektir ve kaçınılmaz olarak “güven” duygusunu
beraberinde getirir. O da, “güvenliği”… Bu da hukuk üzerine inşa
edilmiş, “otorite” demektir.

Oysa gelinen aşamada
“otorite”, doğrudan doğruya “dikta” ile eş anlamlı
tutulmaya çalışılmaktadır; kavramsal olarak söylem-eylem bazında çok tartışmalı
olan, nerede başladığı ve bittiği halen netlik kazanmamış bulunan demokrasi ve
insan hakları adı altında. Dolayısıyla Türkiye’de yaşanan “değişim”
süreci, kavramlar üzerinden “başarıyla” yürütülen bir meydan okuma
operasyonu ile karşı karşıyadır. Bu “yumuşak tehdidin” temel  hedefi; “otorite”ye farklı anlamlar
yüklemek suretiyle bu kavram üzerinden halk bazında “devlet algısını”
zayıflatmak, ülkeyi yıpratmak ve halkı kendi içinde bir kaosa sürüklemektir.

Devletin kurumlarını, önde gelen
şahsiyetlerini, değerlerini, varlığını ve üzerinde yaşayan halkı hedef alan bu
stratejide Türkiye yeni bir sınav ile karşı karşıyadır. Bu sınavın adı,
“değişim”-“açılım” sürecinde alt yapısı oluşturulan ve yine
bu sürecin kavramlarını, söylemlerini kullanarak ortaya çıkan KCK’dır.
Dolayısıyla Türkiye, yeni inşa sürecinin en temel kavramları üzerinden vurulmak
istenilmektedir. Bir diğer ifadeyle; merkez (devlet) – çevre (halk) arasındaki
kopukluğun giderilmesi ve dengeye getirilmesi sürecinde yaşanan bir takım
sistematik “güdümlü kontrol dışı müdahaleler”, süreci çok farklı bir
noktaya sürüklemeye başlamıştır.

İthal kavramlar üzerinden
gerçekleştirilen bu yeni inşa sürecinde “kutsallar” ya da
“kutsallaştırma” boyutunda yaşanılan tartışmalar, gelinen aşamada
sadece bunlar arasında bir yer değişikliğine yol açmış ve bu kapsamda halen ne
olduğu tam olarak anlaşılamayan “milli irade” söylemi sürece hakim
kılınmıştır. Dolayısıyla devlet, adeta alandan çekilmeye zorlanmış, bu da
beraberinde bir otorite boşluğuna yol açmıştır.

Diğer taraftan, devletin yerine
“çarpıtılmış milli irade” söylemini esas alan bir yaklaşım kamuoyuna
hakim kılınmaya çalışılmış, bu da kaçınılmaz olarak bu iradeyi kimin temsil
ettiği ya da edeceği sorusunu, “temsil sorununu” beraberinde
getirmiştir. Dolayısıyla KCK, bu çarpık anlayışın bir sonucudur ve
“demokratikleşme sürecinin” bir parçası olarak gündeme bir oldu
bittiyle monte edilmiştir Nitekim KCK’nın, devletin varlığının ciddi anlamda
sorgulanmaya başlandığı bu bölgelerde “halkın siyasi iradesini
yansıtan” bir yapı olarak lanse edilmeye çalışılması, bundan dolayı bir
tesadüf olmasa gerektir.Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL - TA3 1900 2 pp

 


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir