HANGİ YOLUN YOLCUSUYUZ?

HANGİ YOLUN YOLCUSUYUZ? Hüseyin MÜMTAZ Falih Rıfkı Atay, “BATIŞ YILLARI”nda; “Son elli yıl içinde büyük karanlıklarımıza talih üç defa ışık vermiştir” diyor; “Biri Balkan Devletlerinin aralarında anlaşamayarak Bulgaristan’a harp açmalarıdır. Trakya’yı böyle kazandık. İkincisi, Birinci Dünya Savaşında Bolşevik İhtilali olduğu için İngiltere, Fransa, İtalya ve Amerika’nın harbi Rusya’sız kazanmalarıdır. İstanbul’u böyle kurtarabildik. Üçüncüsü de 1918’de tıpkı 1913’te olduğu gibi ellerimiz kollarımız bağlı, büyük devletlere kendimizi teslim etmişken ve bir tek Türk’ün ağzında ‘İstiklâl’ sözü yokken, yolumuzun üstüne Mustafa Kemal gibi bir kurtarıcı düşmesidir”. (Sayfa 74) Ben yaşım icabı süreyi yüz yıla çıkarıyor ve “mucize”lere “Annan Plânı” sürecini de ekliyorum. 2004’de milletçe bir defa daha basiretimiz bağlanmış; dahili ve harici bedhahların olağanüstü çabasıyla o rezil plana KKTC’den % 65 “evet” çıkarmıştık. Annan Planı, Kıbrıs Türkleri’nin SEVR’idir. Bakınız Birinci Dünya savaşı sonunda Sevr’e “içeride” kimler “Evet” demişse, 2004’de Annan Planına “Yes” diyenler de aynı yolun yolcusudur. Rauf Bey; “Dualarım” planı kabul etmeyerek uygulanmasına olanak sağlamayan karşı taraf için “Rumların üzerine olsun” der. Haklıdır; 7 yıl sonra bugün, eğer plan kabul edilseydi Güzelyurt’u filan vermiş, Beşparmak eteklerine sıkışmış, sıkıştığı dar bölgede bile siyasal yapıdaki oy çokluğunu içimize yerleşmiş Rum çoğunluğa teslim etmiş bir “azınlık” halindeydik. Lefkoşa Sur İçi’nden, Magosa Sur İçi’ne gidene kadar, “eski günlerdeki” gibi 5 kere Rum barikatından geçecektik. Ne kadar güzel, unutulmaz günlerdi “o günler” ! Tabii KKTC filan gibi “son derece önemsiz şeylerden” de kendi isteği ile vazgeçmiş bir “topluluk”duk. Asker, alay sancakları, bayrak “filan” da olmayacaktı. Ne gam; aynı Batı Trakya, Rodos yahut İstanköy’dekiler gibi Rum-Yunan çoğunluğun kucağında “Müslüman azınlık”lar olarak cebimizde AB kimlikleri bulunacaktı ya, hepsine değerdi. Şimdi gene benzer bir plan süreci içine sokulduğumuz izlenimi hissediliyor. Türkiye’de ve Güney Kıbrıs’ta milletvekili genel seçimleri süreci geçilmiştir ama 2013’de Rum tarafında Başkanlık seçimi vardır. Daha önce 2012 Temmuz’unda da AB Başkanlığı Rumlara geçecektir. Bu son iki faktör; milletvekili seçimlerinden zayıflayarak çıkan Hristofiyas’ı sertleştirebilir. 2012 Temmuz’una kadar büyük bir ihtimalle ayak sürüyecek, ipe un serecektir. Bu süreçte Anayasa değişiklikleri yahut kendi güneydoğusu ile haddinden fazla meşgul olacak bir Ankara’nın ben; güneydoğu ile beraber Kıbrıs’ı da gözden çıkaracak radikal bir değişimi zorlayabileceğini düşünmüyorum. Bu satırların yazıldığı gün/saat itibariyle ve Cumhuriyetin 88’inci yılında, Cumhuriyetin Başkenti Ankara’da TBMM’de bir parti yemin etmezken diğer bir partinin Ankara yerine Diyarbakır’da toplanmış olması zaten yeterince büyük bir travmadır. “İkili görüşmelere katılan/Cenevre’de Temmuz başında üçlü görüşmelere katılacak heyet üyeleri”nin dışarıya sızdırdığı yahut Downer’in gözdağı verircesine dillendirdiği “Artık son.. Sonsuza kadar devam edemez” tavrına da inanmıyorum. Anlaşmazlık olursa, KKTC tanınırmış. Annan Planı da “son”du. Orada da plan kabul edilmezse KKTC tanınacaktı… Yalnız Rumların da tarihi hatalarına ilanihaye devam edecekleri varsayımı üzerine strateji geliştirilmemelidir. Birinci harekât sonuçlarını kabul etselerdi, ikincisi olmayacaktı. OKTY’yi hazmetselerdi KTFD olmayacaktı. KTFD ile anlaşabilselerdi KKTC olmayacaktı. Kıbrıs Türkleri şu sıralar “çaresiz”.. Ekonomi batmış, hükümet maaşları ödemek için her ay sonu pösteki sayıyor. “KKTC’nin IMF’sinin” ekonomik protokollerini uygulayabilmek için gereken sosyal bütünlük ve dayanışma bir türlü sergilenemiyor. Çünkü iktidarın sayısal üstünlüğü kıl üstünde.. Yapay çözümler, transferlerle gün kurtarılmaya çalışılıyor. Şimdilerde “KKTC’nin IMF”sinin, UBP-ÖRP koalisyonunu zorladığı dedikoduları duyu(ru)luyor. ÖRP gibi “tabansız” bir partidense “daha geniş tabanlı” DP’nin neden tercih edilmediği ise “IMF”nin geleneksel kaprisine bağlanıyor. Kıbrıs Türkleri “çaresiz” ama Kıprıslıtürkler de “dengesiz/kararsız”dır. İdeologlarından Fatma Azgın bir önceki yazısında, Mayıs ayında iki kere gittiği İstanbul’dan bahsederken gözlemlerini şu cümlelerle aksettiriyordu; “Türkiye’deki durum oldukça berbat takdim ediliyordu ama birkaç günlük gözlemim bu görüşlerin aksiydi. Eskiden İstanbul’da, özel arabalardan fazla taksi vardı neredeyse. Şimdi, tüm kamu ulaşım araçları bolluğuna ve ucuzluğuna rağmen araba sayısı çok arttı. Dolmabahçe-Sarıyer boğaz yolunda bu gözlemi yaptım. Sarı renkli taksiler çok azdı. Boğaz ve tüm sahillerde dolguyla yapılan geniş kaldırımlar halkın hizmetine sunuldu. Yüzlerce insan balık avlıyor, gençler soğuk sularda yüzüyor aileler boğazın güzelliğini seyrediyor, çocuklar oynuyordu. Halbuki bu alanlardan ne kadar rant elde edilebilirdi! Diğer taraftan sahil karşısı çay bahçeleri, kafeler, lokantalar tıklım tıklım doluydu. Halk otobüsleri sık sık halka yardıma koşuyordu. Turistler tüm otelleri doldururcasına günden güne artıyor. Türkiye ve İstanbul’a “zenginlik” geldiği her yönüyle hissediliyor. Halk mutlu, neşeli. Türbanlısı, eşcinseli, köylüsü, kadını, yaşlısı, genci, azınlık temsilcileri bir arada eğlenebiliyor. Gecekondular yıkılmış, yollar, apartmanlar yapılmış, gecekondudan modern hayata geçilmiş. Türkiye’de yeni bir orta sınıfın gelişmeya başladığı her haliyle belli oluyor”. Peki Azgın, İstanbul’da gözlemlediği ve övgüyle aktardığı bu yaşam standardının, uygulayıcıları tarafından Kuzey Kıbrıs’a getirilmesini neden istemez? Bu satırların yazarı meraklısına Azgın’ın, Türkiye’deki ekonomiyi, siyaseti, sosyolojiyi, ideolojiyi kısaca herşeyi eleştiren, Elçilik önünde gösteri yapanların “fikriyatını” destekleyen binlerce cümlesini çıkarabilir. Kendi içinde çelişkiye düşmek, gözü kapalı sosyalizmin kronik çocukluk hastalığı mıdır? Kılavuzluk görevi üstlenen doktriner Marksistlerin sosyolojik düşünceleri de yine kendileriyle “sınırlı”.. Azgın, bir önceki yazısını “nakseden” son yazısında diyor ki; “Ancak, Kıbrıslıtürkler, hala daha sömürgeciliğe karşı tam anlamıyla bir politika ve mücadele şekli oluşturabilmiş değildir. Unutmayalım ki, bu adaya sahip olan sömürgeciler, Kıbrıs’ı, bağımsızlık hareketleri yüzünden değil, kendi istekleriyle terketmiştir. Bu nedenler Kıbrıslılar gerçek bir bağımsızlık geleneğine, kültürüne sahip değildir. Evet, yurtsever sendikalarımız, siyasi partilerimiz, sivil halk ve örgütleri karşı koymaya çalışıyor. Coplanıyorlar, tutuklanıyorlar, yaralanıyorlar ama sömürgecileri ve işbirlikçilerini durduramıyorlar. Kıbrıslıtürkler, kuzey Kıbrıs’ın adım adım sömürgeleştirilmesine seyirci kalmamalı. Alternatif yöntemler bulmak gerekiyor. İşbirlikçilerden umut keserek, onların kurumlarını önemsemeyerek, uzun vadeli, birleştirici, özgürlük, barış ve kardeşlik ilkelerine dayalı, insan onuruna yaraşır sivil, bağımsızlık hareketine gereksinim vardır. Bu düşünce ve harekete karşı tavır alacaklara şunu söylemeliyiz: Türkiye’liler Türkiye’yi ne kadar sever, bağımsızlığı üzerine ne kadar titrerse, Kıbrıslıtürkler de Kıbrıs için aynı düşünce ve duyguları taşımaktadır”. Özellikle altını çizdiğimiz satırlara itirazımız var. Sömürgeci İngiliz kendiliğinden değil, hem kendisiyle hem de birbirleriyle mücadele eden EOKA-TMT sayesinde adadan çıkarılmış ve KIBRIS CUMHURİYETİ kurulmuştur. Kıprıslıtürkleri bilmem ama Kıbrıs Türk Toplumu; TMT sayesinde o cumhuriyetin “KURUCU ORTAĞI” olmuştur. Kıprıslıtürkleri bilmem ama Kıbrıs Türk Toplumu; 63 Kanlı Noel’inden “via 74”, 1983 KKTC’ye giden yolu TMT sayesinde aşmıştır. Kıprıslıtürkleri bilmem ama demek KIBRIS TÜRKLERİ “bağımsızlık gelenek ve kültürüne” sahiptir. Demek ki Kıprıslıtürkler ile KIBRIS TÜRKLERİ farklı yolların yolcusudurlar. “Türkiyeli” kavramının içi de aynı “Kıprıslıtürkler” gibi “farklı”lık içermekte olup bir huysuzluklar yumağıdır. “Türkiyeliler”in; son yirmi yılda gelişen olaylar ışığında Türkiye’yi sevdikleri ve bağımsızlığı üzerine titrediğine şüphem var.. Ama “Türklerin” vatan-bayrak-devlet-millet ve bağımsızlıklarına âşık olduklarını çok iyi biliyorum. Kıprıslıtürklerin ise “aynı duyguları” taşımadıklarını da yine çok iyi biliyorum.. Brüt olarak 74, net olarak da 2004’den bu yana bütün dertleri “Rum’un koruyucu kanatları altına sığınmak” değil mi? Rauf Bey, hastahaneye yatmadan önce yazdığı 25 Mayıs tarihli ve “YOLUN NERESİNDEYİZ” başlıklı yazısında şunu hatırlatıyor; (Beş dakika önce sanal âleme “Denktaş, Downer’in açıklamalarına sert tepki gösterdi” haberinin düştüğünü sevinçle gördüm.. Demek “yaşlı ve yalnız kurt” yine ayaklanmış..) “TC Dışişleri Bakanlığı, AB’nin 3 Aralık 2002 tarihli sonuç bildirgesine atıfta bulunarak, Ankara’daki AB Büyükelçiliklerine aşağıdaki hususları duyurur: Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ne tam üye olarak katılımı 1959 Zürih ve Londra anlaşmalarıyla 1960 Anlaşmalarını ihlal etmek anlamındadır. Bu enstrümanlar, Türkiye ile Yunanistan’ın birlikte üye bulunmadıkları uluslararası siyasi ve ekonomik birlik Kıbrıs’ın üye olmasına engel teşkil eden hükümler içermektedir. Dahası, 1960 Antlaşmaları, kısmen veya tümden Kıbrıs’ın, her nasıl olursa olsun herhangi bir devletle herhangi bir siyasi veya ekonomik birliktelik içerisine girmesine mani olan özel hükümler içermektedir. Bu Antlaşmalar aynı zamanda garantör güçler olarak Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallığa bu tür bir olasılığı önlemek üzere özel sorumluluk yüklemektedir. Türkiye kendi namına 1960 Antlaşmalarından kaynaklanan hak ve yükümlülüklerinin aynen devamını sağlamak üzere gerekeni yapmaya kararlıdır. Dahası, Kıbrıs Türk tarafının rızasını içermediğine göre bu katılım hukuken geçersiz ve hükümsüzdür. Türkiye hukuken veya siyaseten bu kararı kabul edemez” Ve soruyor Rauf Bey; Türkiye bu açıklamanın arkasında mı, “YOLUN NERESİNDEYİZ?” Evet; hangi yolun hangi noktasındayız? Yolumuzu kaybetmediysek, hangi yolun yolcusuyuz? 28 Haziran 2011 57'NCİ ALAY HER YERDE HEPİMİZ 57'İNCİ ALAY'IN NEFERLERİYİZ mumtazbay@hotmail.com - huseyin mumtaz

HANGİ YOLUN YOLCUSUYUZ? Hüseyin MÜMTAZ Falih Rıfkı Atay, “BATIŞ YILLARI”nda; “Son elli yıl içinde büyük karanlıklarımıza talih üç defa ışık vermiştir” diyor; “Biri Balkan Devletlerinin aralarında anlaşamayarak Bulgaristan’a harp açmalarıdır. Trakya’yı böyle kazandık. İkincisi, Birinci Dünya Savaşında Bolşevik İhtilali olduğu için İngiltere, Fransa, İtalya ve Amerika’nın harbi Rusya’sız kazanmalarıdır. İstanbul’u böyle kurtarabildik. Üçüncüsü de 1918’de tıpkı 1913’te olduğu gibi ellerimiz kollarımız bağlı, büyük devletlere kendimizi teslim etmişken ve bir tek Türk’ün ağzında ‘İstiklâl’ sözü yokken, yolumuzun üstüne Mustafa Kemal gibi bir kurtarıcı düşmesidir”. (Sayfa 74) Ben yaşım icabı süreyi yüz yıla çıkarıyor ve “mucize”lere “Annan Plânı” sürecini de ekliyorum. 2004’de milletçe bir defa daha basiretimiz bağlanmış; dahili ve harici bedhahların olağanüstü çabasıyla o rezil plana KKTC’den % 65 “evet” çıkarmıştık. Annan Planı, Kıbrıs Türkleri’nin SEVR’idir. Bakınız Birinci Dünya savaşı sonunda Sevr’e “içeride” kimler “Evet” demişse, 2004’de Annan Planına “Yes” diyenler de aynı yolun yolcusudur. Rauf Bey; “Dualarım” planı kabul etmeyerek uygulanmasına olanak sağlamayan karşı taraf için “Rumların üzerine olsun” der. Haklıdır; 7 yıl sonra bugün, eğer plan kabul edilseydi Güzelyurt’u filan vermiş, Beşparmak eteklerine sıkışmış, sıkıştığı dar bölgede bile siyasal yapıdaki oy çokluğunu içimize yerleşmiş Rum çoğunluğa teslim etmiş bir “azınlık” halindeydik. Lefkoşa Sur İçi’nden, Magosa Sur İçi’ne gidene kadar, “eski günlerdeki” gibi 5 kere Rum barikatından geçecektik. Ne kadar güzel, unutulmaz günlerdi “o günler” ! Tabii KKTC filan gibi “son derece önemsiz şeylerden” de kendi isteği ile vazgeçmiş bir “topluluk”duk. Asker, alay sancakları, bayrak “filan” da olmayacaktı. Ne gam; aynı Batı Trakya, Rodos yahut İstanköy’dekiler gibi Rum-Yunan çoğunluğun kucağında “Müslüman azınlık”lar olarak cebimizde AB kimlikleri bulunacaktı ya, hepsine değerdi. Şimdi gene benzer bir plan süreci içine sokulduğumuz izlenimi hissediliyor. Türkiye’de ve Güney Kıbrıs’ta milletvekili genel seçimleri süreci geçilmiştir ama 2013’de Rum tarafında Başkanlık seçimi vardır. Daha önce 2012 Temmuz’unda da AB Başkanlığı Rumlara geçecektir. Bu son iki faktör; milletvekili seçimlerinden zayıflayarak çıkan Hristofiyas’ı sertleştirebilir. 2012 Temmuz’una kadar büyük bir ihtimalle ayak sürüyecek, ipe un serecektir. Bu süreçte Anayasa değişiklikleri yahut kendi güneydoğusu ile haddinden fazla meşgul olacak bir Ankara’nın ben; güneydoğu ile beraber Kıbrıs’ı da gözden çıkaracak radikal bir değişimi zorlayabileceğini düşünmüyorum. Bu satırların yazıldığı gün/saat itibariyle ve Cumhuriyetin 88’inci yılında, Cumhuriyetin Başkenti Ankara’da TBMM’de bir parti yemin etmezken diğer bir partinin Ankara yerine Diyarbakır’da toplanmış olması zaten yeterince büyük bir travmadır. “İkili görüşmelere katılan/Cenevre’de Temmuz başında üçlü görüşmelere katılacak heyet üyeleri”nin dışarıya sızdırdığı yahut Downer’in gözdağı verircesine dillendirdiği “Artık son.. Sonsuza kadar devam edemez” tavrına da inanmıyorum. Anlaşmazlık olursa, KKTC tanınırmış. Annan Planı da “son”du. Orada da plan kabul edilmezse KKTC tanınacaktı… Yalnız Rumların da tarihi hatalarına ilanihaye devam edecekleri varsayımı üzerine strateji geliştirilmemelidir. Birinci harekât sonuçlarını kabul etselerdi, ikincisi olmayacaktı. OKTY’yi hazmetselerdi KTFD olmayacaktı. KTFD ile anlaşabilselerdi KKTC olmayacaktı. Kıbrıs Türkleri şu sıralar “çaresiz”.. Ekonomi batmış, hükümet maaşları ödemek için her ay sonu pösteki sayıyor. “KKTC’nin IMF’sinin” ekonomik protokollerini uygulayabilmek için gereken sosyal bütünlük ve dayanışma bir türlü sergilenemiyor. Çünkü iktidarın sayısal üstünlüğü kıl üstünde.. Yapay çözümler, transferlerle gün kurtarılmaya çalışılıyor. Şimdilerde “KKTC’nin IMF”sinin, UBP-ÖRP koalisyonunu zorladığı dedikoduları duyu(ru)luyor. ÖRP gibi “tabansız” bir partidense “daha geniş tabanlı” DP’nin neden tercih edilmediği ise “IMF”nin geleneksel kaprisine bağlanıyor. Kıbrıs Türkleri “çaresiz” ama Kıprıslıtürkler de “dengesiz/kararsız”dır. İdeologlarından Fatma Azgın bir önceki yazısında, Mayıs ayında iki kere gittiği İstanbul’dan bahsederken gözlemlerini şu cümlelerle aksettiriyordu; “Türkiye’deki durum oldukça berbat takdim ediliyordu ama birkaç günlük gözlemim bu görüşlerin aksiydi. Eskiden İstanbul’da, özel arabalardan fazla taksi vardı neredeyse. Şimdi, tüm kamu ulaşım araçları bolluğuna ve ucuzluğuna rağmen araba sayısı çok arttı. Dolmabahçe-Sarıyer boğaz yolunda bu gözlemi yaptım. Sarı renkli taksiler çok azdı. Boğaz ve tüm sahillerde dolguyla yapılan geniş kaldırımlar halkın hizmetine sunuldu. Yüzlerce insan balık avlıyor, gençler soğuk sularda yüzüyor aileler boğazın güzelliğini seyrediyor, çocuklar oynuyordu. Halbuki bu alanlardan ne kadar rant elde edilebilirdi! Diğer taraftan sahil karşısı çay bahçeleri, kafeler, lokantalar tıklım tıklım doluydu. Halk otobüsleri sık sık halka yardıma koşuyordu. Turistler tüm otelleri doldururcasına günden güne artıyor. Türkiye ve İstanbul’a “zenginlik” geldiği her yönüyle hissediliyor. Halk mutlu, neşeli. Türbanlısı, eşcinseli, köylüsü, kadını, yaşlısı, genci, azınlık temsilcileri bir arada eğlenebiliyor. Gecekondular yıkılmış, yollar, apartmanlar yapılmış, gecekondudan modern hayata geçilmiş. Türkiye’de yeni bir orta sınıfın gelişmeya başladığı her haliyle belli oluyor”. Peki Azgın, İstanbul’da gözlemlediği ve övgüyle aktardığı bu yaşam standardının, uygulayıcıları tarafından Kuzey Kıbrıs’a getirilmesini neden istemez? Bu satırların yazarı meraklısına Azgın’ın, Türkiye’deki ekonomiyi, siyaseti, sosyolojiyi, ideolojiyi kısaca herşeyi eleştiren, Elçilik önünde gösteri yapanların “fikriyatını” destekleyen binlerce cümlesini çıkarabilir. Kendi içinde çelişkiye düşmek, gözü kapalı sosyalizmin kronik çocukluk hastalığı mıdır? Kılavuzluk görevi üstlenen doktriner Marksistlerin sosyolojik düşünceleri de yine kendileriyle “sınırlı”.. Azgın, bir önceki yazısını “nakseden” son yazısında diyor ki; “Ancak, Kıbrıslıtürkler, hala daha sömürgeciliğe karşı tam anlamıyla bir politika ve mücadele şekli oluşturabilmiş değildir. Unutmayalım ki, bu adaya sahip olan sömürgeciler, Kıbrıs’ı, bağımsızlık hareketleri yüzünden değil, kendi istekleriyle terketmiştir. Bu nedenler Kıbrıslılar gerçek bir bağımsızlık geleneğine, kültürüne sahip değildir. Evet, yurtsever sendikalarımız, siyasi partilerimiz, sivil halk ve örgütleri karşı koymaya çalışıyor. Coplanıyorlar, tutuklanıyorlar, yaralanıyorlar ama sömürgecileri ve işbirlikçilerini durduramıyorlar. Kıbrıslıtürkler, kuzey Kıbrıs’ın adım adım sömürgeleştirilmesine seyirci kalmamalı. Alternatif yöntemler bulmak gerekiyor. İşbirlikçilerden umut keserek, onların kurumlarını önemsemeyerek, uzun vadeli, birleştirici, özgürlük, barış ve kardeşlik ilkelerine dayalı, insan onuruna yaraşır sivil, bağımsızlık hareketine gereksinim vardır. Bu düşünce ve harekete karşı tavır alacaklara şunu söylemeliyiz: Türkiye’liler Türkiye’yi ne kadar sever, bağımsızlığı üzerine ne kadar titrerse, Kıbrıslıtürkler de Kıbrıs için aynı düşünce ve duyguları taşımaktadır”. Özellikle altını çizdiğimiz satırlara itirazımız var. Sömürgeci İngiliz kendiliğinden değil, hem kendisiyle hem de birbirleriyle mücadele eden EOKA-TMT sayesinde adadan çıkarılmış ve KIBRIS CUMHURİYETİ kurulmuştur. Kıprıslıtürkleri bilmem ama Kıbrıs Türk Toplumu; TMT sayesinde o cumhuriyetin “KURUCU ORTAĞI” olmuştur. Kıprıslıtürkleri bilmem ama Kıbrıs Türk Toplumu; 63 Kanlı Noel’inden “via 74”, 1983 KKTC’ye giden yolu TMT sayesinde aşmıştır. Kıprıslıtürkleri bilmem ama demek KIBRIS TÜRKLERİ “bağımsızlık gelenek ve kültürüne” sahiptir. Demek ki Kıprıslıtürkler ile KIBRIS TÜRKLERİ farklı yolların yolcusudurlar. “Türkiyeli” kavramının içi de aynı “Kıprıslıtürkler” gibi “farklı”lık içermekte olup bir huysuzluklar yumağıdır. “Türkiyeliler”in; son yirmi yılda gelişen olaylar ışığında Türkiye’yi sevdikleri ve bağımsızlığı üzerine titrediğine şüphem var.. Ama “Türklerin” vatan-bayrak-devlet-millet ve bağımsızlıklarına âşık olduklarını çok iyi biliyorum. Kıprıslıtürklerin ise “aynı duyguları” taşımadıklarını da yine çok iyi biliyorum.. Brüt olarak 74, net olarak da 2004’den bu yana bütün dertleri “Rum’un koruyucu kanatları altına sığınmak” değil mi? Rauf Bey, hastahaneye yatmadan önce yazdığı 25 Mayıs tarihli ve “YOLUN NERESİNDEYİZ” başlıklı yazısında şunu hatırlatıyor; (Beş dakika önce sanal âleme “Denktaş, Downer’in açıklamalarına sert tepki gösterdi” haberinin düştüğünü sevinçle gördüm.. Demek “yaşlı ve yalnız kurt” yine ayaklanmış..) “TC Dışişleri Bakanlığı, AB’nin 3 Aralık 2002 tarihli sonuç bildirgesine atıfta bulunarak, Ankara’daki AB Büyükelçiliklerine aşağıdaki hususları duyurur: Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ne tam üye olarak katılımı 1959 Zürih ve Londra anlaşmalarıyla 1960 Anlaşmalarını ihlal etmek anlamındadır. Bu enstrümanlar, Türkiye ile Yunanistan’ın birlikte üye bulunmadıkları uluslararası siyasi ve ekonomik birlik Kıbrıs’ın üye olmasına engel teşkil eden hükümler içermektedir. Dahası, 1960 Antlaşmaları, kısmen veya tümden Kıbrıs’ın, her nasıl olursa olsun herhangi bir devletle herhangi bir siyasi veya ekonomik birliktelik içerisine girmesine mani olan özel hükümler içermektedir. Bu Antlaşmalar aynı zamanda garantör güçler olarak Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallığa bu tür bir olasılığı önlemek üzere özel sorumluluk yüklemektedir. Türkiye kendi namına 1960 Antlaşmalarından kaynaklanan hak ve yükümlülüklerinin aynen devamını sağlamak üzere gerekeni yapmaya kararlıdır. Dahası, Kıbrıs Türk tarafının rızasını içermediğine göre bu katılım hukuken geçersiz ve hükümsüzdür. Türkiye hukuken veya siyaseten bu kararı kabul edemez” Ve soruyor Rauf Bey; Türkiye bu açıklamanın arkasında mı, “YOLUN NERESİNDEYİZ?” Evet; hangi yolun hangi noktasındayız? Yolumuzu kaybetmediysek, hangi yolun yolcusuyuz? 28 Haziran 2011 57’NCİ ALAY HER YERDE HEPİMİZ 57’İNCİ ALAY’IN NEFERLERİYİZ [email protected]


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir