İnsan Hakları – Egemenlik Çelişkisi mi?

<p>İnsan Hakları – Egemenlik Çelişkisi mi?
Halk ayaklanmaları sürecinde uluslararası kamuoyunu insan hakları ve egemenlik tartışmaları da işgal etti. Sorun, Batı açısından önemli ölçüde tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. İnsan hakları ihlaliyle ilgili diplomatik kanallarla yapılan şikâyet veya öneriler, o ülkenin iç işlerine müdahale sayılmamaktadır. Bu alanda Milletlerarası Hukuk ile siyaset genellikle çatışmaktadır. Batılı ülkeler arasında daha çok Milletlerarası Hukuk’un dediği olup, siyaset geride kalırken azgelişmiş ülkelerin kendileri veya azgelişmiş ülkelerle batılı ülkeler arasında benzer durumlarda hukuk ikinci plana atılıp genellikle siyasetin dediği olur. Bununla beraber, örneklere baktığımızda konu pek basit değildir. Guantanama üssünden, AB’nin göçmen veya Roman politikasına, Irak ve Afganistan’daki ABD askerlerinin faaliyetlerinden diktatörlüklerle batılı ülkelerin ilişkilerine, ülkesinden kaçan diktatörlerin son yıllarını “insan hakları cenneti”nde huzur içinde geçirmelerine bakıldığında hüküm vermek kolay olmamaktadır.
Modern devletlerarası münasebetlerin başlangıcı 1648 Westfalya Barışı’ndan günümüze İnsan Hakları gelişmekte ve etkin hale gelmektedir. Milli Devlet kavramıyla birlikte milli egemenlik ile devletin mutlak, devredilmez, paylaşılmaz yetkisi kabul edilmiştir. İçişlerine müdahale yasağı bu kapsamdadır. Ortaçağ’dan itibaren yaşanan aşamaların temelinde devletler üstü Papalık otoritesine tepki vardır. Devletin kendi tebaası hakkında istediği kararı alıp uygulayabilmesi, diğerinin buna müdahale edememesi aslında kurucu unsur milli iradenin üstünlüğü ile açıklanmaktaydı. Bu durum da hanedan veya dini otoriteler karşısında halk iradesinin egemen üstünlüğünün gereği idi.
Fransız İhtilali sonrası negatif haklar kapsamında devletin belli alanlarda vatandaşına müdahale etmeme yükümlülüğü bulunmaktaydı. Bu çerçevede kişinin yaşama, inanç, dil, mülkiyet gibi hakları sözkonusu olup devlet bunlara karışmaz. Bununla beraber, bir devletin kendi vatandaşlarının bu alandaki haklarına saygı göstermemesinin diğer devletler açısından müeyyidesi yoktu. 19. yüzyılda sanayi devrimi ile gündeme gelen pozitif haklar kapsamında devletin vatandaşına karşı sosyo-ekonomik yükümlülükleri ortaya çıkmıştır. 1948 BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile geniş çaplı haklar listesi kabul edildi. Bu belge sözleşme olmayıp temenni şeklinde yumuşak hukuk statüsünde yerini aldı. 1951’de yürürlüğe giren Soykırım Sözleşmesi ise soykırım ve bu kapsamdaki fiilleri yasaklamıştır. Milletlerarası Hukuk, sadece imzacı devletler açısından bir düzen oluşturduğu halde bu sözleşme ile imzalamayan devletin dahi yaptırımlara maruz kalabileceği kabul edildi.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile devletler sözleşme kapsamındaki adil yargılama başta olmak üzere sayılan haklar konusunda diğer devletlere müdahale hakkı tanıdı. Şikâyet durumunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisini kabul etti. Türkiye’nin bunu imzalaması ve mahkemenin yetkisini kabul etmesinin prestij boyutu da vardır. Egemenlik haklarından Avrupa kurumu lehine vazgeçmeyi milli hassasiyetleri sebebiyle hazmedemeyen niceleri haklarını aramak için bu mahkemeye başvurdular. Gerek BM ve gerekse Avrupa çapında İnsan Hakları kapsamında birçok alanda devletler, uluslararası kurumlar lehinde müdahaleyi kabul etmiştir. Bu alan gittikçe genişlemektedir. Yaşama, din, dil, mülkiyet, siyasi haklar, inanç ve kanaat açıklama, toplantı ve gösteri kapsamındaki haklardan, çevre ve hayvan haklarına kadar gittikçe genişleyen bir liste ile karşı karşıyayız. Türk ve İslam ülkelerinin bu alanda önemli sorunları bulunmaktadır. Daha önemlisi ise batılıların çifte standartlardır.
Tunus ve Mısır’da diktatörleri kaçıran Libya, Yemen, Bahreyn ve birçok ülkede süren halk isyanlarının aynı zamanda insan hakları boyutu bulunmaktadır. Ülkemizde ve Kıbrıs’ta siyasileri hedef alan gösteri ve yayınların da bu boyutu sözkonusudur. Batının bütün çifte standartlarına karşın hakların özünü zedelememe konusunda azami ihtiyat göstermemiz dış politikamızda uzun vadede en kârlı yaptırımımız olacaktır. Karabağ’da, Kerkük’te, Kuzey İran’da, Doğu Türkistan’da, Batı Trakya’da ve daha birçok bölgede özellikle Türklere yönelik insan hakları ihlallerine karşı içişlerine müdahale kaygısı gözetmeden diplomatik tavrımızı ve ekonomik araçlarımızı devreye sokmamız gerekmektedir. Bununla beraber hakkı ihlal edilenleri ırk veya din ayırımına tabi tutmamamız tutarlı ve başarılı sonuç için elzemdir. Bu alanda bize yapılan uyarı ve önerileri de saygıyla karşılayıp tereddüde yol açacak en ufak şüpheleri dahi sanıkların cezalandırılması için değil de adil yargılama sürecinde haksızlığa uğramamaları için değerlendirmemiz gerekmektir. Sanıkların geçmişte böyle bir kaygısının olmaması, ülkemizde insan hakları hassasiyetinin yerleşip gelişmesini geciktirmemelidir.
Öncevatan, 22.02.2011
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya</p> - alaeddin yalcinkaya

İnsan Hakları – Egemenlik Çelişkisi mi?
Halk ayaklanmaları sürecinde uluslararası kamuoyunu insan hakları ve egemenlik tartışmaları da işgal etti. Sorun, Batı açısından önemli ölçüde tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. İnsan hakları ihlaliyle ilgili diplomatik kanallarla yapılan şikâyet veya öneriler, o ülkenin iç işlerine müdahale sayılmamaktadır. Bu alanda Milletlerarası Hukuk ile siyaset genellikle çatışmaktadır. Batılı ülkeler arasında daha çok Milletlerarası Hukuk’un dediği olup, siyaset geride kalırken azgelişmiş ülkelerin kendileri veya azgelişmiş ülkelerle batılı ülkeler arasında benzer durumlarda hukuk ikinci plana atılıp genellikle siyasetin dediği olur. Bununla beraber, örneklere baktığımızda konu pek basit değildir. Guantanama üssünden, AB’nin göçmen veya Roman politikasına, Irak ve Afganistan’daki ABD askerlerinin faaliyetlerinden diktatörlüklerle batılı ülkelerin ilişkilerine, ülkesinden kaçan diktatörlerin son yıllarını “insan hakları cenneti”nde huzur içinde geçirmelerine bakıldığında hüküm vermek kolay olmamaktadır.
Modern devletlerarası münasebetlerin başlangıcı 1648 Westfalya Barışı’ndan günümüze İnsan Hakları gelişmekte ve etkin hale gelmektedir. Milli Devlet kavramıyla birlikte milli egemenlik ile devletin mutlak, devredilmez, paylaşılmaz yetkisi kabul edilmiştir. İçişlerine müdahale yasağı bu kapsamdadır. Ortaçağ’dan itibaren yaşanan aşamaların temelinde devletler üstü Papalık otoritesine tepki vardır. Devletin kendi tebaası hakkında istediği kararı alıp uygulayabilmesi, diğerinin buna müdahale edememesi aslında kurucu unsur milli iradenin üstünlüğü ile açıklanmaktaydı. Bu durum da hanedan veya dini otoriteler karşısında halk iradesinin egemen üstünlüğünün gereği idi.
Fransız İhtilali sonrası negatif haklar kapsamında devletin belli alanlarda vatandaşına müdahale etmeme yükümlülüğü bulunmaktaydı. Bu çerçevede kişinin yaşama, inanç, dil, mülkiyet gibi hakları sözkonusu olup devlet bunlara karışmaz. Bununla beraber, bir devletin kendi vatandaşlarının bu alandaki haklarına saygı göstermemesinin diğer devletler açısından müeyyidesi yoktu. 19. yüzyılda sanayi devrimi ile gündeme gelen pozitif haklar kapsamında devletin vatandaşına karşı sosyo-ekonomik yükümlülükleri ortaya çıkmıştır. 1948 BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile geniş çaplı haklar listesi kabul edildi. Bu belge sözleşme olmayıp temenni şeklinde yumuşak hukuk statüsünde yerini aldı. 1951’de yürürlüğe giren Soykırım Sözleşmesi ise soykırım ve bu kapsamdaki fiilleri yasaklamıştır. Milletlerarası Hukuk, sadece imzacı devletler açısından bir düzen oluşturduğu halde bu sözleşme ile imzalamayan devletin dahi yaptırımlara maruz kalabileceği kabul edildi.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile devletler sözleşme kapsamındaki adil yargılama başta olmak üzere sayılan haklar konusunda diğer devletlere müdahale hakkı tanıdı. Şikâyet durumunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisini kabul etti. Türkiye’nin bunu imzalaması ve mahkemenin yetkisini kabul etmesinin prestij boyutu da vardır. Egemenlik haklarından Avrupa kurumu lehine vazgeçmeyi milli hassasiyetleri sebebiyle hazmedemeyen niceleri haklarını aramak için bu mahkemeye başvurdular. Gerek BM ve gerekse Avrupa çapında İnsan Hakları kapsamında birçok alanda devletler, uluslararası kurumlar lehinde müdahaleyi kabul etmiştir. Bu alan gittikçe genişlemektedir. Yaşama, din, dil, mülkiyet, siyasi haklar, inanç ve kanaat açıklama, toplantı ve gösteri kapsamındaki haklardan, çevre ve hayvan haklarına kadar gittikçe genişleyen bir liste ile karşı karşıyayız. Türk ve İslam ülkelerinin bu alanda önemli sorunları bulunmaktadır. Daha önemlisi ise batılıların çifte standartlardır.
Tunus ve Mısır’da diktatörleri kaçıran Libya, Yemen, Bahreyn ve birçok ülkede süren halk isyanlarının aynı zamanda insan hakları boyutu bulunmaktadır. Ülkemizde ve Kıbrıs’ta siyasileri hedef alan gösteri ve yayınların da bu boyutu sözkonusudur. Batının bütün çifte standartlarına karşın hakların özünü zedelememe konusunda azami ihtiyat göstermemiz dış politikamızda uzun vadede en kârlı yaptırımımız olacaktır. Karabağ’da, Kerkük’te, Kuzey İran’da, Doğu Türkistan’da, Batı Trakya’da ve daha birçok bölgede özellikle Türklere yönelik insan hakları ihlallerine karşı içişlerine müdahale kaygısı gözetmeden diplomatik tavrımızı ve ekonomik araçlarımızı devreye sokmamız gerekmektedir. Bununla beraber hakkı ihlal edilenleri ırk veya din ayırımına tabi tutmamamız tutarlı ve başarılı sonuç için elzemdir. Bu alanda bize yapılan uyarı ve önerileri de saygıyla karşılayıp tereddüde yol açacak en ufak şüpheleri dahi sanıkların cezalandırılması için değil de adil yargılama sürecinde haksızlığa uğramamaları için değerlendirmemiz gerekmektir. Sanıkların geçmişte böyle bir kaygısının olmaması, ülkemizde insan hakları hassasiyetinin yerleşip gelişmesini geciktirmemelidir.
Öncevatan, 22.02.2011
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya

Okumaya devam et  OKTAY EKŞİ KONUŞTU: YAZIMDA SUÇ TEŞKİL EDECEK BİR UNSUR YOK

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir