DEDEMİN ZAMANLARI

DEDEMİN ZAMANLARI Hüseyin MÜMTAZ     Bu yazı; bir dede-torun-torun hesaplaşması olduğu/olacağı için kimseyi ilgilendirmediğini bildiğim halde dedelerimden asgari ölçüde bahsetmem lüzumu hâsıl olmuştur, mazûr görülmeli ve anlayışla karşılanmalıdır: Dedelerimin dedelerinin; “Anaların kurt doğurup, hilkatin insan çamurunu destanlarla yoğurduğu”  o destan çağlarını; ne yazık ki sadece kitaplardan okuduğum kadarıyla hatırlıyorum, yaşayamadım..     Ama dedemi hatırlıyorum..     Bayazıtzade Hafız Ali Efendi (1874-1953) “Oğuz’un Çepni boyu”ndandı, Türk oğlu Türk idi.. “Hafız- kurrâ” idi, “Nakib-ül Eşrâf” idi.. Öğrencileri halâ hayattadır, meraklısı pekalâ sorup öğrenir; Bağdat ve Mısır’da da ilim tahsil etmiş bir “derin âlim” idi.     3 Şubat 1932 Kadir gecesi İstanbul’un bütün camileriyle beraber Ayasofya’da da Kurânı Türkçe tilâvet eden hafızlardan Hafız Ali Rıza Sağman’ın “aşere-i takrib” hocası idi..      1949-52 yılları arasında Giresun Müftüsü idi.. Başparmağına yapışıp Debboy’dan Sokak Başı’na inerken 3-4 yaşında olmalıyım.. Kaldırım’da herkesin neden kenara çekildiğini, esnafın neden önünü iliklediğini çok sonra anlayacaktım.     Demek ki kara sakallı, kara cüppeli, kara niyetli papazlar söz konusu olunca insiyaki olarak ensemdeki tüylerin kalkması, şüphe ile yaklaşmam, buluttan nem kapmam, tepki koymam ondandır, genetiktir, anlayışla karşılanmalıdır..     Son taarruzdan önce Alay’ca namaza durup, Alay sancağının altında Çanakkale’de Alay’ca şehit olan 57’inci Alay’ın neferi olmam ondandır, iyi anlaşılmalıdır..     Diğer dedem (anne babam) Emekli Topçu Yarbay Tevfik Ünal’ın (1899-1976); 15 yaşında Çanakkale’de başlayıp, Gazze ve Kanal’dan sonra Seydibeşir İngiliz esir kampında bir müddet “dinlenmeyi müteakip” İşgal İstanbul’unda MM Grubunda devam eden; 1925 Şeyh Said Harekâtı’na Üsteğmen rütbesiyle katılan hikâyesini de bir başka sefer uzun uzun anlatmıştım.. (“İmparatorluktan Cumhuriyet’e Bir Ömür”. Hüseyin MÜMTAZ. TARİH ve MEDENİYET Dergisi. Sayı 30. Eylül 1996)       Çanakkale’yi, Kudüs’ü, Gazze’yi, Kanal’ı, Dersim’i ve İngiliz Komutan Harrington’un işgalden sonra istanbul’u terkederken İngiliz Yüksek Komiserliği Karargâhından indirdiği “Union Jack”ı geri götürmeyip, herhalde bir gün gene gelip kullanabileceği düşüncesiyle olsa gerek Galata’daki Kırım Kilisesi’ne bıraktığını ve hâlâ orada bulunduğunu ondan dinlediğimde Askerî Lise-Harbiye yıllarında idim.     Yukarıda adı geçen ve düşünce ufuklarını zorlayan büyük haritanın her bir münhanisinde göğüs göğüse savaşan, kan akıtan 57’inci Alay’ın neferi olmam ondandır, anlaşılmalıdır..  Demek ki işgal, üç kıtada savaş, dış düşman, dost bildiklerimizin ve içimizdekilerin ihaneti kavramlarını gördüğümde ve yaşadığımda tüylerimin diken diken olması, fikrî ve zihnî savunma kalkanlarımın kendiliğinden faal hâle gelmesi ve tepki göstermem ondandır, genetiktir, olağan karşılanmalıdır.     Aslını inkâr eden haramzadedir.     Bir dedemin doğumu 1874’tür. İmparatorluğun son yüzyılı.. Balkanlar ateş içindedir, her tarafta isyanlar vardır. İki sene sonra 93 harbi ve tersine göçler başlayacaktır. Elviye-i Selâse Rus işgaline girecek, “kurtarmak” için de İngiliz Kıbrıs’ı “kiralayacak”tır.     Diğeri  1899’da doğmuştur. İmparatorluğun son yüzyılı.. Ateş bacayı sarmıştır. İmparatorluk çatırdamaktadır. Balkan-Trablusgarp savaşları..     Her iki dedem de doğduklarında İmparatorluk vatandaşı idiler. Yaşarken Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldular ve öyle öldüler.     O halde Cumhuriyet kadar İmparatorluk da bizim değil midir?     İmparatorluğun yıkılış acısını, Cumhuriyet’in kuruluş sevincini “bir ömür içinde” yaşadılar.     O nesil, tarihe, bayrağa ve millete adanmış bir nesil değil midir?     Tanzimat’ta ekalliyete tanınan aşırı haklarla tanıklık ettiler İmparatorluğun yıkılışına..     Onların gençliğinde “zimmiler” (Müslüman olmayan teba), şu kısıtlamalarla yaşıyorlardı.      “İkametgâhları : 1. İstanbul'da Eyüp Sultan Türbesi civarında oturmaları yasak edilmişti. 2.Aynı şekilde Ortaköy camisi civarında meskûn Yahudilerin o bölgeden çıkartılmasına dair fermanlar vardır. 3.İnşa edilecek evlerin yüksekliği saptanırken müslümanlar için daha yüksek, zimmîler için daha alçak bir sınır konmuştur. 4. III. Selim ise zimmîlerin evlerinin siyah boyanmasını, müslümanların evlerini siyah boyamamalarını, böylece zimmî evlerinin belirli olmasını istemişti. 4. Fermana göre bu evlerin müslüman evlerine bakan pencereleri de olmayacaktı.       Giyimleri : 1. Çeşitli zimmî topluluklar farklı renkte elbise giyip başlık takarlardı. 2. Müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi. 3.1580 tarihli bir hükümde Hıristiyanların sarık sarmalarının yasak olduğu hatırlatılarak Yahudilerin elbiselerinin ketenden olacağı bildirilmişti. 4. 1568 tarilli bir fermanda hıristiyanların yakalı kaftan, kıymetli kumaştan özellikle ipek elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı.  5.Zimmîler hamamlarda farklı havlu alırlar, takunya da giymezlerdi. 6. 1630 tarihli bir fermanda ise İstanbul'daki zimmîlerin samur kürk, kalpak, atlas elbise giymeleri, ata binmeleri, kadınların müslüman tarz ve kıyafetinde giyinmeleri, ferace ve yaşmak takmaları yasaklanmıştı”.  (Gülhinal Bozkurt, “Alman-ingiliz Belgelerinin ve Siyasî Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslüm Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu” -1839-1914-, Ankara 1989, s. 18-20)  Giresun “tutulmuşu”, Giresun tutkunu Ayhan Yüksel olmasaydı yukarıdaki kaynağa ulaşamayacaktım.     Zımmiler başka ne yapamazlardı? Ata binemezlerdi, kaldırımda yürüyemezlerdi, istedikleri zaman istedikleri yerde kilise açamazlardı, izne tâbiydi.     Paris Barış Konferansı’nda Pontusçuluk yapan ve ‘halkların kendi kaderini kendilerinin belirlemesi’ yolundaki Lenin’in tezlerinden cesaret alarak çeşitli ülkelerden Pontus temsilcilerini 4 Şubat 1918’de Marsilya’da biraraya getirip “Tüm Pontuslular Kongresi”ni toplayan, toplantıya destek için Leon Troçki’ye çektiği telgrafta da Sovyet Rusya’nın Sinop’tan Batum’a kadar uzanan bölgede bağımsız bir Pontus devletini desteklemesini isteyen “meşhur” Konstantin Konstanidis; yukarıdaki kısıtlamalar yüzünden ata binemediği için inat olsun diye “eşek üstünde fotoğrafını çektirerek belediyeye astıran” Giresun’un eski Belediye Başkanı “Kapudan Yorgi”nin oğluydu..     O günleri yaşayan bir dedenin torunu olarak “ulus devlet”in kuruluşundan benim kadar kim gurur duyabilir?     Ben Cumhuriyet’in çocuğuyum..        Dedelerim imparatorluğun yıkılışını yaşadılar.. Benim torunlarımın, 2000’li yıllarda benim neler yaşadığımı nasıl anlatacaklarının tarifsiz sıkıntıları içindeyim.     Onlara değerlendirme-anlama kolaylığı sağlama bakımından sadece son hafta içinde yaşadıklarımı kısaca tarihe not düşmeliyim..     “16/09/2010 7:41.. Türkiye 'kırmızı kitap' olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde (MGSB) 12 mil konusunda 'casus belli'yi (savaş nedeni) kaldırmayı planlarken, Yunanistan'ın doktrininde Türkiye 'tehlike' olmaya devam edecek.  ATİNA - To Vima gazetesine göre, Savunma Bakanı Evangelos Venizelos, Yunanistan’ın yeni MGSB’sini hazırlayan yetkililere ‘Kuzeyden (Makedonya) gelen tehlikenin’ lağvı, buna karşı ‘Doğudan (Türkiye) gelen tehlikenin’ devam etmesi ve ordunun bu ‘tehlike’ doğrultusunda organize edilmesini emretti. Yunanistan’ın ‘kırmızı kitabı’ yıllardır ‘Doğudan gelen tehlike’ doktrini üzerine dayandırılmış. 1990’ların başında Atina-Üsküp ilişkilerindeki gerginlik nedeniyle de buna ‘kuzey’ eklenmişti. To Vima, ‘güvenlik konusunda yeni tahrikleri’ (terör, göçmen kaçakçılığına karşı mücadele v.s) de içerecek yeni belge çerçevesinde, orduda personel sayısının azaltılacağını, özellikle kuzeyde kara kuvvetlerinin bazı birliklerin kapatılacağını, Kuzey Ege adalarındaki birliklerin ise takviye edileceğini yazdı”.  Halbuki daha bir hafta önce Türiye’nin Yunanistan’ı tehdit olmaktan çıkardığı ve Aralık’ta toplanacak Milli Güvenlik Kurulu’nda onaylanacağı sızdırılan yeni MGSB’de, “yeni vizyon” gereği Yunanistan’la ‘işbirliği’ içinde bulunulacağı öne çıkarılmıştı.     “16 Eylül. 2010 Perşembe 09:38.  İsrail-Filistin doğrudan görüşmeleri yaklaşık 20 ay aradan sonra, 2 Eylül'de Amerikan Başkanı Barack Obama ev sahipliğinde Ortadoğu liderlerinin Washington'da bir araya gelmeleriyle başladı. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Ürdün Kralı Abdullah, Filistin Lideri Mahmud Abbas ve Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, Obama ile Beyaz Saray'da buluştu.      Zirvede liderler toplantı salonuna gelirken, Obama’nın önde, arkasında Netanyahu ve Abbas’ın, onların arkasında da Mübarek ve Kral Abdullah’ın fotoğraflanmasına tahammül edemeyen Al Ahram Gazetesi photoshop’la Mübarek’i en öne yerleştirdi.”     Türk basınında photoshop olayı, toplantıdan çok yer aldı.. Daha doğrusu toplantı, yâni “Ortadoğu Barış Görüşmesi” sadece bu olay dolayısı ile yer aldı..     Türkiye bir Ortadoğu ülkesi.. Bir dudağı Kafkaslarda, bir dudağı Balkanlarda, İran’ın, Irak’ın komşusu ve AB adayı bir NATO ülkesi..…     Lider ülke.. Bölgesel lider..     Ama nedense o fotoğrafta yok, çünkü Ortadoğu Barış Görüşmeleri’ne davet edilmedi..     “17/09/2010 - 09:16:45.. ABD havamızı kapattı. Amerika, İstanbul’un hava sahasını kapattırdı. GÜVENLİK gerekçesiyle sokağını yaya ve araç trafiğine kapattıran İstinye’deki ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu, bu defa da İstanbul Boğazı’na uçuş yasağı koydurttu. Boğazın 2 yakasını kapsayan 43 km’lik alanda helikopter dahi uçamayacak. Kartal yuvası olarak adlandırılan ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nu olası bir hava saldırısından korumak için İstanbul Boğazı’nı ve iki yakasını da kapsayan 43 kilometrekarelik alanda uçuş yasaklandı”…     İstanbul, İstanbul olalı böyle bir eziyeti herhalde sadece mütarekede yaşamıştı..     Başka hangi bağımsız bir ülkede acaba yabancı misyona böyle aşırı; daha ulusal onura gitmeden, insan haklarını zedeleyen imtiyazlar verilebilir, örneği var mıdır?     Bunun yanına “Amerikan Sefareti”nin çeşitli illerimize “görevlendirdiği” “Şehir temsilcileri”ni ekleyin, yanına Fulbright bursu ile üniversitelerimize gelecek olan bu yıl 54, gelecek yıl 220 “Amerikanca Öğretmen”ini ekleyin..      Mümtaz Soysal yazıyor;     “AKİL ADAMLARIN DA Diyarbakır’a gitmiş olması hayra alamet değildir.Kim bu “bilgeler”? Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine destek vermek üzere kurulan ‘Bağımsız Türkiye Komisyonu’na böyle deniyor. Bu deyim ilk kez ortaya çıkmış değil. Uluslararası politikada netameli sorunlar için oluşturulan ve güven izlenimi yaratması istenen özel komisyonlara medya dilinde genellikle bu ad veriliyor ki, kimse o seçkin kişilerin iyi niyetinden ve tarafsızlığından kuşku duymasın. Kurucular şunlar: Bu çeşit etknliklerde adı çok geçen Açık Toplum Vakfı ile İngiltere’nin çok bilinen tanıtım ve kültür kuruluşu British Council. İspanya’nın eski Dışişleri Bakanı, Avusturya’nın eski Dışişleri Müsteşarı bu komisyonun üyesi. Başkanı da, Finlandiya’nın eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari. Bu son ismi Sırplar duyunca hemen ‘Aman dikkat, Kosova’yı bizden koparan adam’ diyeceklerdir. Kosova’nın bağımsız devlet olması bizleri çok sevindirdiği zaman da ‘Çok sevinmeyin, sizin başınıza da buna benzer bir şey gelir’ demişlerdi. Aslına bakarsanız, bizim sevincimiz ya da endişemiz bir yana, eski Yugolavya’nın didiklenip parça parça edilmesi, aslında insanlık tarihinin en düşündürücü olaylarından biridir. Elbet vebali en başta Tito sonrasının yöneticilerinde olan bir olay ama Batı dünyasının o konuya nasıl eğilip kendi amaçları için nasıl çalıştığı asla unutulamaz. Zaman zaman, oradan kopan cumhuriyetlerin özellikle çeşitli spor dallarındaki başarılarıyla gündeme geldikçe, olaydan çıkarılabilecek acı dersler kolay kolay unutulmuyor. Hem akıllı hem bilge adamların vali ziyaretiyle başlayan Diyarbakır temasları belediye başkanından sonra ‘Demokratik Toplum Kongresi’ eşbaşkanlarıyla devam etmiş. Kısacası, yavaş yavaş biçimlenmeye ve kurumsallaşmaya dönüşen “özerklik” akımının gelecekteki yürütme ve yasama kuruluşları da Kosova mimarlarınca tanınmış oluyor”.     Yahu Türkiye’de “akıllı adam” kalmadı mı da dışarıdan maydanoz oluyorlar?     Şeytan ayrıntıda gizli.. Meğer “Akil adamlar”ın arabuluculuk yapmasını İmralı sâkini istemişmiş ve Diyarbakır’a “Kürt sorunu ve AB süreci” ile ilgili temaslarda bulunmak üzere gitmişlermiş..     Asıl ağırıma giden ne oldu biliyor musunuz?     Nobel ödüllü Ahtisaari Diyarbakır’da yaptığı “temasların” ardından Davutoğlu ile biraraya gelmiş.. Görüşmede Ahtisaari’nin Diyarbakır izlenimlerinin paylaşılmasının beklenmesine karşılık Dışişleri kaynakları görüşmede Diyarbakır’ın tek satır bile gündeme gelmediğini, sedece anayasa değişikliğinin konuşulduğunu ileri sürmüşler..     Yabancı bir “heyet” habersiz, (yoksa haberli mi?) Diyarbakır’a gidiyor, görüşüyor, sonra Dışişleri Bakanı ile konuşmasında oralardan hiç bahsedilmiyor..     Türk dışişleri Diyarbakır’la, oraya giden yabancılarla hiç ilgilenmiyor mu? “Bizim işimiz değil, onların işi” mi deniliyor?      Diyarbakır “özelleştirilip-güzelleştirilip” uluslar arası ihaleye mi çıkıldı?     Athisaari ve yanındaki “akıllı adamlar” gelmişken şu Kıbrıs’a da bulaşalım diyorlar..     Ahtisaari,  “Kıbrıs Sorunu AB'de ayakbağı olur” hükmünü veriyor..     Kıbrıs deyince tabii yine şimşek çakıyor ve çok yakın bir geçmişte BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs’a “özel temsilci” olarak atadığı “Amerikalı” BM görevlisi Bayan Lisa Buttenheim’ı hatırlıyorum.. Özgeçmişi “başarılarla” dolu.. Bayan bu göreve atanana kadar New York’ta BM Siyasi İşler Dairesinin Orta Doğu ve Batı Asya bölümünden sorumlu müdürü idi. BM Siyasi İşler dairesinin çeşitli bölümlerinde 2004 yılından beri müdürlük yapan 56 yaşındaki Buttenheim, 2003-2004 döneminde BM’nin Belgrad’taki temsilciliğinin direktörü olarak çalışmış,. 1983 yılında BM’ye katılan Buttenheim, Kosova’daki BM Geçici Yönetim Misyonu (UNMIK) özel temsilciliğini ve BM’nin Cenevre’deki ofisinde genel müdürün siyasi danışmanlığını da yapmıştı.      Demek ki “Amerikalı” Buttenheim şimdiye kadar yakın coğrafyanın en problemli bölümlerinde anlaşmazlıklara hep “Amerikalı” çözümler getirmek üzere uğraşmış ve ne kadar ilginçtir ki “problemler”i yine hep Amerika’nın kullanabileceği “anlaşmazlık”lar halinde bırakmıştır..     Kosovayı ayıran Athisaari ile Kosova-Belgrat’ta yine aynı dönemde görev yapan Buttenheim’ın “tesadüfen” Türkiye ile ilgili hayati iki konuda, Özerk Kürdistan ve Kıbrıs konularında bölgeye “üşüşmeleri” sizce de hayra alâmet midir?      Kosova-Belgrat deyince bir Karadağlı, Tanjeviç’in son şampiyona bağlamında söylediği bir söz var ki alın, ne yaparsanız yapın..     “Sizin Türk insanının bayrağa olan bağlılığına hayran olduğunuzu da biliyorum. Ben ülkesini kaybetmiş bir adamım. Bayrak sevgisi benim için çok önemli. Kalbimdeki en yüce sevgi. Ülkeniz olmadan, bayrağınız olmadan bir hiçsiniz. Bir zamanlar benim de bir bayrağım vardı. Ama şimdi altı ayr bayrak var ülkemde”..     İmralı sâkini, idama mahkûm olup da dosyasının sümen altına kaldırılışının onuncu yılında oturduğu yerden Türk politikasında “taraf” oluyor, “sivil heyetlerle” görüşmelerde bulunuyor..     Ay-yıldızlı al bayrağın yanına başka renkler, başka bayraklar geliyor.     Federasyon dillendiriliyor.. İçeriyle başka, dışarıyla başka federasyon..  Yavşak yazarlar bile kahve falından fallar bakıyorlar.. Toplum yavaş yavaş alıştırılıyor, haşlak kurbağa moduna sokuluyor.     Özerklik için önce Talabani-Barzani ile görüşülüyor sonra içeriden randevu talep ediliyor.     “Dersim Cumhuriyeti” pankartları asılıyor..         Hal tam da böyleyken gazetelerde şu haber yer alıyor.. “17 Eylül 2010 Cuma 08:00..Türk dünyasının 4 lideri dün İstanbul’da Türkçe Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’ni resmen kurdu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘Bir millet altı devlet gerçek olsun’ sözlerine karşın Özbekistan katılmayı reddederken Türkmenistan lideri Gurbanguli Berdimuhammedov sadece İstanbul’a gelmekle yetindi, konseyin kuruluşunda yer almadı”.     “Ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olan” bir devlet, “ülkesi ve milleti ile neredeyse bölünüyorken”, bir milletten altı devlet çıkarmayı düşünmek aşırı bir fantezi olmuyor mu?.     Özbekistan ve Türkmenistan neden katılmadılar? KKTC, Türkçe konuşmuyor yahut “Bağımsız Devlet” değil mi idi de üstelik İstanbul’da gerçekleştirilen bir toplantıya çağırılmıyor? Sümelâ’da 88 yıl, Ahdamar’da 95 yıl sonra âyin yapılıyor, “bir tabu” yıkılıyor, “Türkiye bölünmüyor”. 2010’dan 88 yıl öncesi 1922’dir.. Demek ki Sümelâ’da bundan önceki son ayin 1922’de yapılmış..  Dedemin zamanı.. 1922’de Yunan zırhlısı Averof Samsun’u bombalamış.. Cemal Paşa Tiflis’te Ermeniler tarafından şehit edilmiş. Enver Paşa Buhara’da Kızılordu ile savaşırken şehit olmuş.. Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi, İzmir’in dağlarında çiçeklerin açıp Yunanlıyı denize dökmemiz, Başpiskopos Hristostomos’un İzmir’de kurşuna dizilişi de 1922’dedir. (Hristostomos’un Selânik’te yüzü İzmir’e dönük heykeli vardır).  Demek bundan önceki son ayini Rumlar o yıl yapmışlardır.. 2010’dan 95 yıl öncesi ise 1915’dir.. Dedemin zamanı.. Babamın, yine İmparatorluk vatandaşı olarak doğduğu (sonra Cumhuriyet’in albayı) yıl.. Rus donanmasının Trabzon’u bombalaması, Kanal Seferi, Çanakkale deniz zaferi, Birinci ve İkinci Anafaratalar zaferi.. Demek ki Ermeniler de bundan önceki son ayini o yıl yapmışlar.. Buradan sonrasını yazmak zor iş..  “Dedemin zamanı”nı anlattım, sonra da; Athisaari’li, Baydemir’li, Öcalan’lı, Amerikan şehir temsilcili, yasaklanan hava sahalı, “Yunanistan artık tehdit değil”li ve tabu bozan âyinli  “benim zamanlarımı”.. Ha unutmadan ufak bir not; dedemin zamanında âyinler, “son” âyinler yapılıyordu ama Enez, İznik, Trabzon, İstanbul, Lefkoşa ve cümle Ayasofya’larda ezanlar okunup namaz kılınıyordu.. Yazıyı, Dr. İlhan Akçay'ın “Ayasofya Camii” adlı eserinden dikkate değer bir alıntıyla bitirelim..:  "Kasvetli bir gündü, İstanbul'un o yağmurlu, insanı kasvetten ağlatan mütareke günlerinden bir gün. Fransız taburu, Ayasofya kapısına bütün teçhizatı ile dayanıyor. Fakat (muhtemel bir işgale karşı cami bahçesine konuşlandırılan avcı taburunun komutanı H.M.) binbaşıdan emir alan Türk askerleri onları içeriye sokmadılar, süngülerini uzatarak taburun yolunu kestiler. Caminin büyük giriş kapısına, iki ağır makineliyi çapraz makas ateşi yapabilecek şekilde yerleştirmişlerdi. Türk kumandanı ağırbaşlı ve heyecanını saklar halde, Fransız kumandanına sert ifade ile ne istediğini sorar. Camiye girip yerleşmek istediklerini öğrendiğinde: -Buraya giremezsiniz ve giremeyeceksiniz. Çünkü burası benim mabedimdir- diye cevap verir. Fransız kumandanı ile aralarındaki görüşme, aşağı yukarı şöyle geçer; Fransız kumandanı yeniden sorar: - Siz asker değil misiniz? Burasını tahliye ederek bize teslim etmeniz için emir almadınız mı? Binbaşı Tevfik Bey bu işgalci, küstah sözler karşısında gürleyen bir sesle şöyle karşılık verir: - Evet ben bir askerim. Ve asker olduğum için sizi, ben sağ oldukça geçirmeyeceğim. Ben aynı zamanda bir Türküm ve bir Müslüman'ım. Burası da benim kutsal mabedimdir. En büyük amir olan vicdanımdan aldığım emirle sizi buraya sokmayacağım. Şayet zorla girmeye çalışacak olursanız, size ilk cevap verecek olan ağır makineliler. Yalnız bu kadar da değil; eğer bunlar maksadı temin etmezse, caminin dört köşesine kafi miktarda tahrip kalıbı yerleştirdim. Her şeye rağmen teşebbüsünüzde ısrar ederseniz, bu koca mabet bu taburun üstüne çökecektir ve siz bu mabede giremeyeceksiniz. Arzu ederseniz buyurun deneyin." Mütareke İstanbulu’nda işgalciler Ayasofya’ya “böylece” giremezler.. Yazıya; “Anaların kurt doğurup, hilkatin insan çamurunu destanlarla yoğurduğu” zamanlarla başlamıştık.. Bu günlere…. geldik.. Kimsenin, dedesini seçme şansı yoktur. Nasıldı Arif Nihat Asya’nın o şiiri? “Benim dedemle yan yana   Yazılı kalacak adım…   Yıldızların söneceği  Güne yıldızlar sakladım.”     Elbet benim de dedemle, torunlarımın da benimle yanyana yazılı kalacak adlarımız…     Ama.. Onlara nasıl hesap vereceğim?23 Eylül 2010 57'NCİ ALAY HER YERDE              HEPİMİZ 57'İNCİ ALAY'IN NEFERLERİYİZ mumtazbay@hotmail.com - gazze gaza

DEDEMİN ZAMANLARI Hüseyin MÜMTAZ     Bu yazı; bir dede-torun-torun hesaplaşması olduğu/olacağı için kimseyi ilgilendirmediğini bildiğim halde dedelerimden asgari ölçüde bahsetmem lüzumu hâsıl olmuştur, mazûr görülmeli ve anlayışla karşılanmalıdır: Dedelerimin dedelerinin; “Anaların kurt doğurup, hilkatin insan çamurunu destanlarla yoğurduğu”  o destan çağlarını; ne yazık ki sadece kitaplardan okuduğum kadarıyla hatırlıyorum, yaşayamadım..     Ama dedemi hatırlıyorum..     Bayazıtzade Hafız Ali Efendi (1874-1953) “Oğuz’un Çepni boyu”ndandı, Türk oğlu Türk idi.. “Hafız- kurrâ” idi, “Nakib-ül Eşrâf” idi.. Öğrencileri halâ hayattadır, meraklısı pekalâ sorup öğrenir; Bağdat ve Mısır’da da ilim tahsil etmiş bir “derin âlim” idi.     3 Şubat 1932 Kadir gecesi İstanbul’un bütün camileriyle beraber Ayasofya’da da Kurânı Türkçe tilâvet eden hafızlardan Hafız Ali Rıza Sağman’ın “aşere-i takrib” hocası idi..      1949-52 yılları arasında Giresun Müftüsü idi.. Başparmağına yapışıp Debboy’dan Sokak Başı’na inerken 3-4 yaşında olmalıyım.. Kaldırım’da herkesin neden kenara çekildiğini, esnafın neden önünü iliklediğini çok sonra anlayacaktım.     Demek ki kara sakallı, kara cüppeli, kara niyetli papazlar söz konusu olunca insiyaki olarak ensemdeki tüylerin kalkması, şüphe ile yaklaşmam, buluttan nem kapmam, tepki koymam ondandır, genetiktir, anlayışla karşılanmalıdır..     Son taarruzdan önce Alay’ca namaza durup, Alay sancağının altında Çanakkale’de Alay’ca şehit olan 57’inci Alay’ın neferi olmam ondandır, iyi anlaşılmalıdır..     Diğer dedem (anne babam) Emekli Topçu Yarbay Tevfik Ünal’ın (1899-1976); 15 yaşında Çanakkale’de başlayıp, Gazze ve Kanal’dan sonra Seydibeşir İngiliz esir kampında bir müddet “dinlenmeyi müteakip” İşgal İstanbul’unda MM Grubunda devam eden; 1925 Şeyh Said Harekâtı’na Üsteğmen rütbesiyle katılan hikâyesini de bir başka sefer uzun uzun anlatmıştım.. (“İmparatorluktan Cumhuriyet’e Bir Ömür”. Hüseyin MÜMTAZ. TARİH ve MEDENİYET Dergisi. Sayı 30. Eylül 1996)       Çanakkale’yi, Kudüs’ü, Gazze’yi, Kanal’ı, Dersim’i ve İngiliz Komutan Harrington’un işgalden sonra istanbul’u terkederken İngiliz Yüksek Komiserliği Karargâhından indirdiği “Union Jack”ı geri götürmeyip, herhalde bir gün gene gelip kullanabileceği düşüncesiyle olsa gerek Galata’daki Kırım Kilisesi’ne bıraktığını ve hâlâ orada bulunduğunu ondan dinlediğimde Askerî Lise-Harbiye yıllarında idim.     Yukarıda adı geçen ve düşünce ufuklarını zorlayan büyük haritanın her bir münhanisinde göğüs göğüse savaşan, kan akıtan 57’inci Alay’ın neferi olmam ondandır, anlaşılmalıdır..  Demek ki işgal, üç kıtada savaş, dış düşman, dost bildiklerimizin ve içimizdekilerin ihaneti kavramlarını gördüğümde ve yaşadığımda tüylerimin diken diken olması, fikrî ve zihnî savunma kalkanlarımın kendiliğinden faal hâle gelmesi ve tepki göstermem ondandır, genetiktir, olağan karşılanmalıdır.     Aslını inkâr eden haramzadedir.     Bir dedemin doğumu 1874’tür. İmparatorluğun son yüzyılı.. Balkanlar ateş içindedir, her tarafta isyanlar vardır. İki sene sonra 93 harbi ve tersine göçler başlayacaktır. Elviye-i Selâse Rus işgaline girecek, “kurtarmak” için de İngiliz Kıbrıs’ı “kiralayacak”tır.     Diğeri  1899’da doğmuştur. İmparatorluğun son yüzyılı.. Ateş bacayı sarmıştır. İmparatorluk çatırdamaktadır. Balkan-Trablusgarp savaşları..     Her iki dedem de doğduklarında İmparatorluk vatandaşı idiler. Yaşarken Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldular ve öyle öldüler.     O halde Cumhuriyet kadar İmparatorluk da bizim değil midir?     İmparatorluğun yıkılış acısını, Cumhuriyet’in kuruluş sevincini “bir ömür içinde” yaşadılar.     O nesil, tarihe, bayrağa ve millete adanmış bir nesil değil midir?     Tanzimat’ta ekalliyete tanınan aşırı haklarla tanıklık ettiler İmparatorluğun yıkılışına..     Onların gençliğinde “zimmiler” (Müslüman olmayan teba), şu kısıtlamalarla yaşıyorlardı.      “İkametgâhları : 1. İstanbul’da Eyüp Sultan Türbesi civarında oturmaları yasak edilmişti. 2.Aynı şekilde Ortaköy camisi civarında meskûn Yahudilerin o bölgeden çıkartılmasına dair fermanlar vardır. 3.İnşa edilecek evlerin yüksekliği saptanırken müslümanlar için daha yüksek, zimmîler için daha alçak bir sınır konmuştur. 4. III. Selim ise zimmîlerin evlerinin siyah boyanmasını, müslümanların evlerini siyah boyamamalarını, böylece zimmî evlerinin belirli olmasını istemişti. 4. Fermana göre bu evlerin müslüman evlerine bakan pencereleri de olmayacaktı.       Giyimleri : 1. Çeşitli zimmî topluluklar farklı renkte elbise giyip başlık takarlardı. 2. Müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi. 3.1580 tarihli bir hükümde Hıristiyanların sarık sarmalarının yasak olduğu hatırlatılarak Yahudilerin elbiselerinin ketenden olacağı bildirilmişti. 4. 1568 tarilli bir fermanda hıristiyanların yakalı kaftan, kıymetli kumaştan özellikle ipek elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı.  5.Zimmîler hamamlarda farklı havlu alırlar, takunya da giymezlerdi. 6. 1630 tarihli bir fermanda ise İstanbul’daki zimmîlerin samur kürk, kalpak, atlas elbise giymeleri, ata binmeleri, kadınların müslüman tarz ve kıyafetinde giyinmeleri, ferace ve yaşmak takmaları yasaklanmıştı”.  (Gülhinal Bozkurt, “Alman-ingiliz Belgelerinin ve Siyasî Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslüm Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu” -1839-1914-, Ankara 1989, s. 18-20)  Giresun “tutulmuşu”, Giresun tutkunu Ayhan Yüksel olmasaydı yukarıdaki kaynağa ulaşamayacaktım.     Zımmiler başka ne yapamazlardı? Ata binemezlerdi, kaldırımda yürüyemezlerdi, istedikleri zaman istedikleri yerde kilise açamazlardı, izne tâbiydi.     Paris Barış Konferansı’nda Pontusçuluk yapan ve ‘halkların kendi kaderini kendilerinin belirlemesi’ yolundaki Lenin’in tezlerinden cesaret alarak çeşitli ülkelerden Pontus temsilcilerini 4 Şubat 1918’de Marsilya’da biraraya getirip “Tüm Pontuslular Kongresi”ni toplayan, toplantıya destek için Leon Troçki’ye çektiği telgrafta da Sovyet Rusya’nın Sinop’tan Batum’a kadar uzanan bölgede bağımsız bir Pontus devletini desteklemesini isteyen “meşhur” Konstantin Konstanidis; yukarıdaki kısıtlamalar yüzünden ata binemediği için inat olsun diye “eşek üstünde fotoğrafını çektirerek belediyeye astıran” Giresun’un eski Belediye Başkanı “Kapudan Yorgi”nin oğluydu..     O günleri yaşayan bir dedenin torunu olarak “ulus devlet”in kuruluşundan benim kadar kim gurur duyabilir?     Ben Cumhuriyet’in çocuğuyum..        Dedelerim imparatorluğun yıkılışını yaşadılar.. Benim torunlarımın, 2000’li yıllarda benim neler yaşadığımı nasıl anlatacaklarının tarifsiz sıkıntıları içindeyim.     Onlara değerlendirme-anlama kolaylığı sağlama bakımından sadece son hafta içinde yaşadıklarımı kısaca tarihe not düşmeliyim..     “16/09/2010 7:41.. Türkiye ‘kırmızı kitap’ olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (MGSB) 12 mil konusunda ‘casus belli’yi (savaş nedeni) kaldırmayı planlarken, Yunanistan’ın doktrininde Türkiye ‘tehlike’ olmaya devam edecek.  ATİNA – To Vima gazetesine göre, Savunma Bakanı Evangelos Venizelos, Yunanistan’ın yeni MGSB’sini hazırlayan yetkililere ‘Kuzeyden (Makedonya) gelen tehlikenin’ lağvı, buna karşı ‘Doğudan (Türkiye) gelen tehlikenin’ devam etmesi ve ordunun bu ‘tehlike’ doğrultusunda organize edilmesini emretti. Yunanistan’ın ‘kırmızı kitabı’ yıllardır ‘Doğudan gelen tehlike’ doktrini üzerine dayandırılmış. 1990’ların başında Atina-Üsküp ilişkilerindeki gerginlik nedeniyle de buna ‘kuzey’ eklenmişti. To Vima, ‘güvenlik konusunda yeni tahrikleri’ (terör, göçmen kaçakçılığına karşı mücadele v.s) de içerecek yeni belge çerçevesinde, orduda personel sayısının azaltılacağını, özellikle kuzeyde kara kuvvetlerinin bazı birliklerin kapatılacağını, Kuzey Ege adalarındaki birliklerin ise takviye edileceğini yazdı”.  Halbuki daha bir hafta önce Türiye’nin Yunanistan’ı tehdit olmaktan çıkardığı ve Aralık’ta toplanacak Milli Güvenlik Kurulu’nda onaylanacağı sızdırılan yeni MGSB’de, “yeni vizyon” gereği Yunanistan’la ‘işbirliği’ içinde bulunulacağı öne çıkarılmıştı.     “16 Eylül. 2010 Perşembe 09:38.  İsrail-Filistin doğrudan görüşmeleri yaklaşık 20 ay aradan sonra, 2 Eylül’de Amerikan Başkanı Barack Obama ev sahipliğinde Ortadoğu liderlerinin Washington’da bir araya gelmeleriyle başladı. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Ürdün Kralı Abdullah, Filistin Lideri Mahmud Abbas ve Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, Obama ile Beyaz Saray’da buluştu.      Zirvede liderler toplantı salonuna gelirken, Obama’nın önde, arkasında Netanyahu ve Abbas’ın, onların arkasında da Mübarek ve Kral Abdullah’ın fotoğraflanmasına tahammül edemeyen Al Ahram Gazetesi photoshop’la Mübarek’i en öne yerleştirdi.”     Türk basınında photoshop olayı, toplantıdan çok yer aldı.. Daha doğrusu toplantı, yâni “Ortadoğu Barış Görüşmesi” sadece bu olay dolayısı ile yer aldı..     Türkiye bir Ortadoğu ülkesi.. Bir dudağı Kafkaslarda, bir dudağı Balkanlarda, İran’ın, Irak’ın komşusu ve AB adayı bir NATO ülkesi..…     Lider ülke.. Bölgesel lider..     Ama nedense o fotoğrafta yok, çünkü Ortadoğu Barış Görüşmeleri’ne davet edilmedi..     “17/09/2010 – 09:16:45.. ABD havamızı kapattı. Amerika, İstanbul’un hava sahasını kapattırdı. GÜVENLİK gerekçesiyle sokağını yaya ve araç trafiğine kapattıran İstinye’deki ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu, bu defa da İstanbul Boğazı’na uçuş yasağı koydurttu. Boğazın 2 yakasını kapsayan 43 km’lik alanda helikopter dahi uçamayacak. Kartal yuvası olarak adlandırılan ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nu olası bir hava saldırısından korumak için İstanbul Boğazı’nı ve iki yakasını da kapsayan 43 kilometrekarelik alanda uçuş yasaklandı”…     İstanbul, İstanbul olalı böyle bir eziyeti herhalde sadece mütarekede yaşamıştı..     Başka hangi bağımsız bir ülkede acaba yabancı misyona böyle aşırı; daha ulusal onura gitmeden, insan haklarını zedeleyen imtiyazlar verilebilir, örneği var mıdır?     Bunun yanına “Amerikan Sefareti”nin çeşitli illerimize “görevlendirdiği” “Şehir temsilcileri”ni ekleyin, yanına Fulbright bursu ile üniversitelerimize gelecek olan bu yıl 54, gelecek yıl 220 “Amerikanca Öğretmen”ini ekleyin..      Mümtaz Soysal yazıyor;     “AKİL ADAMLARIN DA Diyarbakır’a gitmiş olması hayra alamet değildir.Kim bu “bilgeler”? Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine destek vermek üzere kurulan ‘Bağımsız Türkiye Komisyonu’na böyle deniyor. Bu deyim ilk kez ortaya çıkmış değil. Uluslararası politikada netameli sorunlar için oluşturulan ve güven izlenimi yaratması istenen özel komisyonlara medya dilinde genellikle bu ad veriliyor ki, kimse o seçkin kişilerin iyi niyetinden ve tarafsızlığından kuşku duymasın. Kurucular şunlar: Bu çeşit etknliklerde adı çok geçen Açık Toplum Vakfı ile İngiltere’nin çok bilinen tanıtım ve kültür kuruluşu British Council. İspanya’nın eski Dışişleri Bakanı, Avusturya’nın eski Dışişleri Müsteşarı bu komisyonun üyesi. Başkanı da, Finlandiya’nın eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari. Bu son ismi Sırplar duyunca hemen ‘Aman dikkat, Kosova’yı bizden koparan adam’ diyeceklerdir. Kosova’nın bağımsız devlet olması bizleri çok sevindirdiği zaman da ‘Çok sevinmeyin, sizin başınıza da buna benzer bir şey gelir’ demişlerdi. Aslına bakarsanız, bizim sevincimiz ya da endişemiz bir yana, eski Yugolavya’nın didiklenip parça parça edilmesi, aslında insanlık tarihinin en düşündürücü olaylarından biridir. Elbet vebali en başta Tito sonrasının yöneticilerinde olan bir olay ama Batı dünyasının o konuya nasıl eğilip kendi amaçları için nasıl çalıştığı asla unutulamaz. Zaman zaman, oradan kopan cumhuriyetlerin özellikle çeşitli spor dallarındaki başarılarıyla gündeme geldikçe, olaydan çıkarılabilecek acı dersler kolay kolay unutulmuyor. Hem akıllı hem bilge adamların vali ziyaretiyle başlayan Diyarbakır temasları belediye başkanından sonra ‘Demokratik Toplum Kongresi’ eşbaşkanlarıyla devam etmiş. Kısacası, yavaş yavaş biçimlenmeye ve kurumsallaşmaya dönüşen “özerklik” akımının gelecekteki yürütme ve yasama kuruluşları da Kosova mimarlarınca tanınmış oluyor”.     Yahu Türkiye’de “akıllı adam” kalmadı mı da dışarıdan maydanoz oluyorlar?     Şeytan ayrıntıda gizli.. Meğer “Akil adamlar”ın arabuluculuk yapmasını İmralı sâkini istemişmiş ve Diyarbakır’a “Kürt sorunu ve AB süreci” ile ilgili temaslarda bulunmak üzere gitmişlermiş..     Asıl ağırıma giden ne oldu biliyor musunuz?     Nobel ödüllü Ahtisaari Diyarbakır’da yaptığı “temasların” ardından Davutoğlu ile biraraya gelmiş.. Görüşmede Ahtisaari’nin Diyarbakır izlenimlerinin paylaşılmasının beklenmesine karşılık Dışişleri kaynakları görüşmede Diyarbakır’ın tek satır bile gündeme gelmediğini, sedece anayasa değişikliğinin konuşulduğunu ileri sürmüşler..     Yabancı bir “heyet” habersiz, (yoksa haberli mi?) Diyarbakır’a gidiyor, görüşüyor, sonra Dışişleri Bakanı ile konuşmasında oralardan hiç bahsedilmiyor..     Türk dışişleri Diyarbakır’la, oraya giden yabancılarla hiç ilgilenmiyor mu? “Bizim işimiz değil, onların işi” mi deniliyor?      Diyarbakır “özelleştirilip-güzelleştirilip” uluslar arası ihaleye mi çıkıldı?     Athisaari ve yanındaki “akıllı adamlar” gelmişken şu Kıbrıs’a da bulaşalım diyorlar..     Ahtisaari,  “Kıbrıs Sorunu AB’de ayakbağı olur” hükmünü veriyor..     Kıbrıs deyince tabii yine şimşek çakıyor ve çok yakın bir geçmişte BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs’a “özel temsilci” olarak atadığı “Amerikalı” BM görevlisi Bayan Lisa Buttenheim’ı hatırlıyorum.. Özgeçmişi “başarılarla” dolu.. Bayan bu göreve atanana kadar New York’ta BM Siyasi İşler Dairesinin Orta Doğu ve Batı Asya bölümünden sorumlu müdürü idi. BM Siyasi İşler dairesinin çeşitli bölümlerinde 2004 yılından beri müdürlük yapan 56 yaşındaki Buttenheim, 2003-2004 döneminde BM’nin Belgrad’taki temsilciliğinin direktörü olarak çalışmış,. 1983 yılında BM’ye katılan Buttenheim, Kosova’daki BM Geçici Yönetim Misyonu (UNMIK) özel temsilciliğini ve BM’nin Cenevre’deki ofisinde genel müdürün siyasi danışmanlığını da yapmıştı.      Demek ki “Amerikalı” Buttenheim şimdiye kadar yakın coğrafyanın en problemli bölümlerinde anlaşmazlıklara hep “Amerikalı” çözümler getirmek üzere uğraşmış ve ne kadar ilginçtir ki “problemler”i yine hep Amerika’nın kullanabileceği “anlaşmazlık”lar halinde bırakmıştır..     Kosovayı ayıran Athisaari ile Kosova-Belgrat’ta yine aynı dönemde görev yapan Buttenheim’ın “tesadüfen” Türkiye ile ilgili hayati iki konuda, Özerk Kürdistan ve Kıbrıs konularında bölgeye “üşüşmeleri” sizce de hayra alâmet midir?      Kosova-Belgrat deyince bir Karadağlı, Tanjeviç’in son şampiyona bağlamında söylediği bir söz var ki alın, ne yaparsanız yapın..     “Sizin Türk insanının bayrağa olan bağlılığına hayran olduğunuzu da biliyorum. Ben ülkesini kaybetmiş bir adamım. Bayrak sevgisi benim için çok önemli. Kalbimdeki en yüce sevgi. Ülkeniz olmadan, bayrağınız olmadan bir hiçsiniz. Bir zamanlar benim de bir bayrağım vardı. Ama şimdi altı ayr bayrak var ülkemde”..     İmralı sâkini, idama mahkûm olup da dosyasının sümen altına kaldırılışının onuncu yılında oturduğu yerden Türk politikasında “taraf” oluyor, “sivil heyetlerle” görüşmelerde bulunuyor..     Ay-yıldızlı al bayrağın yanına başka renkler, başka bayraklar geliyor.     Federasyon dillendiriliyor.. İçeriyle başka, dışarıyla başka federasyon..  Yavşak yazarlar bile kahve falından fallar bakıyorlar.. Toplum yavaş yavaş alıştırılıyor, haşlak kurbağa moduna sokuluyor.     Özerklik için önce Talabani-Barzani ile görüşülüyor sonra içeriden randevu talep ediliyor.     “Dersim Cumhuriyeti” pankartları asılıyor..         Hal tam da böyleyken gazetelerde şu haber yer alıyor.. “17 Eylül 2010 Cuma 08:00..Türk dünyasının 4 lideri dün İstanbul’da Türkçe Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’ni resmen kurdu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘Bir millet altı devlet gerçek olsun’ sözlerine karşın Özbekistan katılmayı reddederken Türkmenistan lideri Gurbanguli Berdimuhammedov sadece İstanbul’a gelmekle yetindi, konseyin kuruluşunda yer almadı”.     “Ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olan” bir devlet, “ülkesi ve milleti ile neredeyse bölünüyorken”, bir milletten altı devlet çıkarmayı düşünmek aşırı bir fantezi olmuyor mu?.     Özbekistan ve Türkmenistan neden katılmadılar? KKTC, Türkçe konuşmuyor yahut “Bağımsız Devlet” değil mi idi de üstelik İstanbul’da gerçekleştirilen bir toplantıya çağırılmıyor? Sümelâ’da 88 yıl, Ahdamar’da 95 yıl sonra âyin yapılıyor, “bir tabu” yıkılıyor, “Türkiye bölünmüyor”. 2010’dan 88 yıl öncesi 1922’dir.. Demek ki Sümelâ’da bundan önceki son ayin 1922’de yapılmış..  Dedemin zamanı.. 1922’de Yunan zırhlısı Averof Samsun’u bombalamış.. Cemal Paşa Tiflis’te Ermeniler tarafından şehit edilmiş. Enver Paşa Buhara’da Kızılordu ile savaşırken şehit olmuş.. Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi, İzmir’in dağlarında çiçeklerin açıp Yunanlıyı denize dökmemiz, Başpiskopos Hristostomos’un İzmir’de kurşuna dizilişi de 1922’dedir. (Hristostomos’un Selânik’te yüzü İzmir’e dönük heykeli vardır).  Demek bundan önceki son ayini Rumlar o yıl yapmışlardır.. 2010’dan 95 yıl öncesi ise 1915’dir.. Dedemin zamanı.. Babamın, yine İmparatorluk vatandaşı olarak doğduğu (sonra Cumhuriyet’in albayı) yıl.. Rus donanmasının Trabzon’u bombalaması, Kanal Seferi, Çanakkale deniz zaferi, Birinci ve İkinci Anafaratalar zaferi.. Demek ki Ermeniler de bundan önceki son ayini o yıl yapmışlar.. Buradan sonrasını yazmak zor iş..  “Dedemin zamanı”nı anlattım, sonra da; Athisaari’li, Baydemir’li, Öcalan’lı, Amerikan şehir temsilcili, yasaklanan hava sahalı, “Yunanistan artık tehdit değil”li ve tabu bozan âyinli  “benim zamanlarımı”.. Ha unutmadan ufak bir not; dedemin zamanında âyinler, “son” âyinler yapılıyordu ama Enez, İznik, Trabzon, İstanbul, Lefkoşa ve cümle Ayasofya’larda ezanlar okunup namaz kılınıyordu.. Yazıyı, Dr. İlhan Akçay’ın “Ayasofya Camii” adlı eserinden dikkate değer bir alıntıyla bitirelim..:  “Kasvetli bir gündü, İstanbul’un o yağmurlu, insanı kasvetten ağlatan mütareke günlerinden bir gün. Fransız taburu, Ayasofya kapısına bütün teçhizatı ile dayanıyor. Fakat (muhtemel bir işgale karşı cami bahçesine konuşlandırılan avcı taburunun komutanı H.M.) binbaşıdan emir alan Türk askerleri onları içeriye sokmadılar, süngülerini uzatarak taburun yolunu kestiler. Caminin büyük giriş kapısına, iki ağır makineliyi çapraz makas ateşi yapabilecek şekilde yerleştirmişlerdi. Türk kumandanı ağırbaşlı ve heyecanını saklar halde, Fransız kumandanına sert ifade ile ne istediğini sorar. Camiye girip yerleşmek istediklerini öğrendiğinde: -Buraya giremezsiniz ve giremeyeceksiniz. Çünkü burası benim mabedimdir- diye cevap verir. Fransız kumandanı ile aralarındaki görüşme, aşağı yukarı şöyle geçer; Fransız kumandanı yeniden sorar: – Siz asker değil misiniz? Burasını tahliye ederek bize teslim etmeniz için emir almadınız mı? Binbaşı Tevfik Bey bu işgalci, küstah sözler karşısında gürleyen bir sesle şöyle karşılık verir: – Evet ben bir askerim. Ve asker olduğum için sizi, ben sağ oldukça geçirmeyeceğim. Ben aynı zamanda bir Türküm ve bir Müslüman’ım. Burası da benim kutsal mabedimdir. En büyük amir olan vicdanımdan aldığım emirle sizi buraya sokmayacağım. Şayet zorla girmeye çalışacak olursanız, size ilk cevap verecek olan ağır makineliler. Yalnız bu kadar da değil; eğer bunlar maksadı temin etmezse, caminin dört köşesine kafi miktarda tahrip kalıbı yerleştirdim. Her şeye rağmen teşebbüsünüzde ısrar ederseniz, bu koca mabet bu taburun üstüne çökecektir ve siz bu mabede giremeyeceksiniz. Arzu ederseniz buyurun deneyin.” Mütareke İstanbulu’nda işgalciler Ayasofya’ya “böylece” giremezler.. Yazıya; “Anaların kurt doğurup, hilkatin insan çamurunu destanlarla yoğurduğu” zamanlarla başlamıştık.. Bu günlere…. geldik.. Kimsenin, dedesini seçme şansı yoktur. Nasıldı Arif Nihat Asya’nın o şiiri? “Benim dedemle yan yana   Yazılı kalacak adım…   Yıldızların söneceği  Güne yıldızlar sakladım.”     Elbet benim de dedemle, torunlarımın da benimle yanyana yazılı kalacak adlarımız…     Ama.. Onlara nasıl hesap vereceğim?23 Eylül 2010 57’NCİ ALAY HER YERDE              HEPİMİZ 57’İNCİ ALAY’IN NEFERLERİYİZ [email protected]

Okumaya devam et  Suriye yenilgisinin sonuçları ve Petersburg

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir