Ermeni sorunu, üç ayrı sürece kilitlendi

Türkiye'nin uzun yıllardır dış politika gündeminin üst sıralarına taşımadığı, ancak 10 Ekim 2009'da İsviçre'de imzalanan iki ayrı protokolle normalleşme sürecine giren Türkiye-Ermenistan ilişkileri, ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesinden ve İsviçre parlamentosundan geçen sözde soykırım tasarıları ile birlikte yeniden ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldı. - ermeni meselesi
, , ,

Türkiye’nin uzun yıllardır dış politika gündeminin üst sıralarına taşımadığı, ancak 10 Ekim 2009’da İsviçre’de imzalanan iki ayrı protokolle normalleşme sürecine giren Türkiye-Ermenistan ilişkileri, ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesinden ve İsviçre parlamentosundan geçen sözde soykırım tasarıları ile birlikte yeniden ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldı.

Bahadır Selim Dilek

Cumhuriyet– Bu sıkıntının aşılabilmesi için, Türkiye’nin retorikte birbirinden ayrı olarak tanımladığı ancak diplomasi pratiği içinde birbiri ile yakından ilişkili üç ayrı sürecin kilidinin açılması gerekiyor.

Dışişleri Bakanlığı, bu süreçlerden ilkini, “ABD Temsilciler Meclisi’ndeki -henüz genel kurula inmemiş olan- sözde soykırım tasarısı ile birlikte Barack Obama yönetiminin Ermeni politikası ve bu politikaya bağlı atacağı adımlara ilişkin gelişmeler” olarak değerlendiriyor.

İkinci süreci ise protokollerin imzalanmasından sonra Ermenistan iç hukuku gereği parlamento onayından önce göndermiş olduğu Anayasa Mahkemesi kararı bağlamındaki olası  oluşturuyor. Ermenistan Anayasa Mahkemesi, protokollerin Ermenistan Anayasası’na uygun olduğu saptamasını yapmasına karşın, protokollerin özüne önemli ölçüde aykırılık taşıyan gerekçeler ortaya koymuştu. Bunun üzerine Ankara ABD ve İsviçre nezdinde gerekli temasları yaptıktan sonra beklemeye geçmişti.

Üçüncü süreç olarak ise Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi bağlamında kritik önemi haiz, Karabağ konusundaki gelişmeler gösteriliyor. Türkiye, 1993 yılında Ermenistan’ın Kelbecer’i işgal etmesinden sonra siyasal bir tavır ortaya koymuş, Azerbaycan’a destek için Alican sınır kapısını kapatmıştı.

Dışişleri Bakanlığı, birbiri ile yakından ilişkili olan, birbirini etkileyen ve hatta birbiri ile neden sonuç ilişkisi içinde bulunan bu üç ayrı süreci, bağımsız süreçler olarak değerlendirme çabası içinde. Dışişleri Bakanlığı’nın kılı kırk yaran deneyimli diplomatları retorikte bunu güçlü biçimde savunuyor olsa da, gerek Minsk Grubu içindeki gelişmeler, gerek Türkiye’nin -sözde soykırım iddiaları bağlamında- üçüncü ülkelerle olan ilişkileri, gerekse Ankara-Bakü hattındaki kırılgan eksen, diplomasinin pratik uygulamaları bağlamında bu süreçlerin kilitlerinin ayrı ayrı açılmasını zorlaştırıyor.

Sözün özü, son aylarda belirginleşen bu üç ayrı süreç, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesi çabalarının önüne set çekti.

Dışişleri Bakanlığı ise bu üç ayrı sürecin kilidinin açılması için umudunu Erivan ve Washington’dan gelecek sinyallere bağlamış durumda. Obama yönetiminin sözde soykırıma ilişkin takınacağı tutum ya da benimseyeceği yaklaşım, Erivan’ın gerek Anayasa Mahkemesi kararı gerekse Karabağ’a ilişkin vereceği mesajlar, bu kilitlerin açılmasında belirleyici olacak.
   

Siyasi taahhüt bekleniyor
   
Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin, “normalleşme süreci ölmedi, normalleşme süreci kendi doğal sürecini yaşamaktadır” değerlendirmesini yapıyor olmalarına karşın, özellikle Erivan yönetiminin yaklaşımlarındaki belirsizlikler, iki ülke ilişkilerinin normalleşmesi çabalarını muğlak bir görüntü içinde bırakıyor. Türkiye, bir yandan Erivan’a, “88 yıl sonra Türkiye ile Ermenistan arasında imzalan protokollere sahip çıkılmalı” çağrısını yinelerken, Washington yönetimine de “protokollerin onaylanması için hiçbir baskıya boyun eğmeyiz”(1) mesajını gündemde tutuyor.

Bu üç ayrı sürecin ayrıntılarına geçmeden önce, kısa bir ayraçla Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin görüşlerini aktarmakta yarar var. Bağlı bulunduğu hükümetin aksine, bakanlığın gelişmeleri kuyumcu terazisi ile tartan bürokrasisi, Türkiye’nin bu noktada bu üç süreci birbiri ile ilişkilendiren bir pazarlık içine girilmesinin söz konusu olmayacağı görüşünde. Aynı yetkililere göre ilişkilerin normalleştirilmesinin parametrelerinin belli ancak bunları Türkiye değil, Ermenistan yok sayıyor. Bu nedenle, üçüncü ülkelerin Türkiye’yi değil, Ermenistan’ı ikna etmesi gerekiyor.

Sözün özü, Ermenistan Anayasa Mahkemesinin gerekçeli kararıyla, 10 Ekim’de imzalanan protokollerle – işgal altındaki Azeri topraklarının boşaltılması koşulu dışında- kurulmuş olan denklem bozulmuş durumda. Bu nedenle Ankara, normalleşme sürecinde, gerekçeli karardan önceki duruma (status quo ante) dönülmesi için, söz konusu gerekçeli kararın protokollerin lafzına ve ruhuna aykırı olmadığına ilişkin yazılı bir garanti ya da üst düzeyde güçlü bir siyasi deklarasyon bekliyor. Ancak, Ermenistan şimdiye kadar ne yazılı ne de sözlü olarak böyle bir taahhüt vermeye yanaşmadı.

Böyle bir taahhüt verilmesi durumunda, status quo ante’ye dönülecek ve Türkiye protokollerin iç hukuka uygunluğu açısından gereğinin yapılması için süreci hareketlendirecek. Yani, protokollerin TBMM’deki onay süreci başlatılacak.

Ermenistan Karabağ konusunda adım atmadan, bu sürecin de kilidi açılmayacak gibi görünüyor.

Bu noktada 26 Ocak’ta açıklamalarda bulunan Ermeni Devrimci Federasyonu(2) üyesi milletvekili, Meclis Ulusal Güvenlik ve İçişleri Daimi Komisyonu Başkanı Hrayr Karapetyan, Karabağ sorununun, Ermeni-Türk ilişkilerinin tesisiyle şartlandırılamayacağını söylemesine ve Ermenistan Anayasa Mahkemesi kararının sadece hukuki olduğu yönünde kuşkuları olduğunu belirtip, “Bunun Ermenistan’ın bu konuda hala temkinli olduğunu gösteren siyasi bir belge olduğunu zannediyorum. Karabağ meselesindeki temkinlilik yanlış hareket etmeye izin vermez” demesine de ayrıca dikkat çekmek gerekiyor.

Okumaya devam et  Vali Harput’tan Milli maç açıklaması

Türkiye, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararını açıklamasından sonra, üst düzey diplomatlarını hem ABD’ye hem de gizli görüşmelere arabuluculuk yapan İsviçre’ye göndermişti. Bu diplomatların görevi hem söz konusu Anayasa Mahkemesi kararına ilişkin bu ülkelerin nabzını tutmak, uygun koşullar içinde de her iki ülkenin Ermenistan’ı bu kararın geri çekmeye ikna etmekti. Ancak, evde hesap çarşıya uymadı. Gerek ABD, gerekse İsviçre bu konuda çok istekli davranmadı. Washington yönetimi siyasal bir yaklaşım benimserken, İsviçreliler konunun teknik bir ayrıntı olduğunu vurgulamakla yetindiler.

Diğer yandan Karabağ kilidin açılmasında Misk Grubu’nun hazırladığı güncellenmiş Madrid belgesi de büyük önem taşıyor. Azerbaycan daha önce güncellenmiş Madrid belgesine itiraz etmediğini açıklamıştı. Ermenistan ise söz konusu belgeye ilişkin görüşlerini, grubun eş başkanı Fransa’ya iletti. Bu gelişmenin Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un Ermeni meslektaşı Nalbantyan ile görüşmesinin ardından gerçekleşmiş olması ise dikkat çekti. Ermenistan’ın güncellenmiş Madrid belgesine ilişkin nasıl bir yaklaşım içine girdiği henüz tam olarak bilinmiyor.

Bu iki kilidin açılması sürecinde, ABD’deki Ermeni tasarısına ilişkin gelişmelerin Türkiye lehine bir tablo içine girmesi gerekiyor. Ankara, bu noktada yapılacak müdahalelerin, diğer iki süreci de olumsuz etkilediğine inanırken, protokollerin yaşaması için çaba gösteriyor.
 

Karabağ’da çözüm uzak…

Karabağ sorununun çözümü için 2007 yılında hazırlanan ilk Madrid Belgesi’nin ardından sunulan en kapsamlı belge niteliği taşıyan belgenin güncellenmiş versiyonu, Ermenistan’ın işgal ettiği 5 bölgeden hemen çekilmesini öngörüyor. Ermenistan, Karabağ’ın çevresindeki Azerbaycan’a ait 7 bölgeyi 1993 yılında işgal etmişti.

Güncellenmiş Madrid belgesinde Ermenistan’ın bu 7 bölgenin 5’inden yani, Agdam, Fuzuli, Cebrail, Zengilan ve Kubatlıdan kayıtsız, koşulsuz ve hemen çekilmesi isteniyor. Belgeye göre, diğer iki bölge yani Laçin ve Kelbecer’den çekilme ise en erken 5 yıl sonra başlayacak. Ermenilerin çekileceği ilk beş bölgeye, Azeri kaçkınlar, yani 1993’ten sonra evlerini bırakıp kaçanlar belli bir takvim çerçevesinde geri dönecek. Çekilmenin yapılmayacağı iki bölge konusunda ise müzakereler sürecek.

Bir diğer önemli konu ise Laçin koridoru. Aslında Laçin koridoru, Ermenistan’a Karabağ’a bağlayan bir karayolundan ibaret. Ancak, Karabağ ile bağlantının kesilmemesi ve koridorun güvenliğinin sağlanması için Ermenistan büyük bir hassasiyet gösteriyor. Azerbaycan ilke olarak Ermenistan’ı Karabağ’a bağlayacak bu yola “evet” dedi. Yolun her iki yanında oluşturulacak tampon bölgenin genişliği, denetimi ve egemenliğinin kullanımı konusunda yoğun bir pazarlık yapılıyor. Örneğin Ermenistan, yolun iki yanına belli bir derinliğe kadar uzun menzilli silah konuşlandırılmasına karşı çıkıyor. Azeriler, sadece bir yol genişliğinde mesafeyi Ermenistan’a bırakmak isterken, Ermeniler daha geniş bir bölgenin denetimini talep ediyor.

Güncellenmiş Madrid belgesi, Ermeni güçlerinin çekilmesinin ardından Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki olası bir çatışma ortamına zemin hazırlamamak için sözkonusu bölgelere uluslararası güç konuşlandırılmasını öngörüyor.

Güncellenmiş Madrid belgesinin bu maddelerine ilişkin sıkıntıların aşılabilecek bir nitelik taşımasına karşın, en kritik madde “Karabağ’ın statüsü” olarak öne çıkıyor. Belge Karabağ’ın statüsü konusunu daha sonra başlatılacak müzakerelere bırakıyor.  Ermeniler ise Karabağ’da referandum yapılmasını istiyor.

Bu noktada, Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın Suriye’de El Vatan gazetesine yaptığı açıklamada, işgalleri altındaki Yukarı Karabağ’a kendi kaderini tayin hakkı verilmesi karşılığında bazı Azeri topraklarını iade edebileceklerini söylemiş olmasına da dikkat çekmek gerekiyor. Sarkisyan mart ayının son haftasında verdiği bu demecinde, “Kendi kaderini tayin hakkı ve güvenlik mekanizması sağlandığı zaman, Yukarı Karabağ ile Ermenistan’ı bağlayan koridor hariç, Karabağ çevresindeki bölgelerin iadesini düşünebiliriz”(3)  demiş olması, Erivan yönetiminin bir taraftan pazarlık denklemini nasıl kurduğunu, diğer yandan da çözüm için koşullarını ortaya koyması olarak değerlendirilebilir

Azerbaycan da Karabağ’ın statüsünün Azerbaycan Anayasası’ndaki mevcut statüsünde düzenleme yaparak çözmeyi amaçlıyor. Buna göre Bakü yönetimi, Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olmasından vazgeçmiyor, sadece anayasasındaki hukuki statüsünün, özerk bölgeden, özerk cumhuriyete “upgrade” edilmesini yani yönetsel özerkliğinin düzeyinin yükseltilmesini istiyor. Bakü yönetimi, Nahçıvan örneğinde olduğu gibi; Karabağ’ın Azerbaycan Anayasası’nda göre şu anki resmi statüsü “Özerk bölge” düzeyini, “özerk cumhuriyet” haline getirmeyi öneriyor. Eski SSCB sisteminden miras kalan uygulamaya göre özerk bölgeler içinde bulunduğu ülkenin politikasına müdahil olamıyorlar. Sadece iç işlerinde görece bağımsız hareket edebiliyorlar. Ancak özerk cumhuriyetler, içinde bulundukları ülkenin kurucu unsuru olarak kabul ediliyorlar ve yönetimde söz sahibi olabiliyorlar.
   

Okumaya devam et  Bir liraya etnik kökenini öğren

Bakü’de rüzgar sert esiyor

Bu noktada, kısa bir ayraçla özellikle protokollerin imzalanmasına giden sürecin ayrıntılarına bakmak gerekir. Bu sürecin ayrıntıları, aslında AKP hükümetinin ve Ahmet Davutoğlu’nun direksiyonunda bulunduğu Vekaleti Hariciye’nin nasıl kendi kendini çıkmaza sürüklediğini göstermektedir.

Bu çıkmazın yanısıra, Türkiye’de başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, siyasi liderlerin “Karabağ’da çözüm olmadan, protokoller TBMM’den geçmez” yaklaşımı, Ermenistan’ı adım atmaya zorluyor gibi görünse de, aslında başta Washington olmak üzere, Batılı ülkelerin çoğunda, “Türkiye gerekeni yapmıyor” algısının ortaya çıkmasına neden olmuş durumda.     AKP’nin, bir yandan protokollerin yaşama geçirilmesi için çaba göstermesi, diğer yandan bunu Karabağ koşuluna bağlaması ve Erivan yönetiminin bu konuda adım atmasını beklemesi ve bunun için Minsk grubunu hareketlendirmek istemesi; süreci içinden çıkılmaz bir duruma soktuğu gibi, Ankara-Bakü arasında soğuk rüzgarların esmesine de neden oldu. Çünkü, Bakü yönetimi, Türkiye’nin Ermenistan ile yürüttüğü gizli görüşmeler konusunda Azerbaycan’ı yeterli düzeyde bilgilendirmediğine inanıyordu. Üstelik, gizli görüşmelerden sızan bilgiler içinde Türkiye’nin Karabağ ön koşulundan vazgeçtiği yönünde bir iddianın bulunması, Ankara-Bakü arasında iplerin biranda gerilmesine neden olmuştu.

Bu noktada, “ipler neden biranda gerildi” sorusunun yanıtını vermek gerekiyor. Ermenistan’la görüşmelerin daha başlangıcında, Türkiye, Azerbaycan’a “Karabağ sorununun çözümü ve Ermenilerin işgal ettikleri Azerbaycan topraklarından çıkmasına ilişkin müzakere süreci ile Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesi ve sınırın açılmasına ilişkin müzakere süreci birbirine paralel şekilde yürütülecek ve eş zamanlı olarak sonuçlanacak iki süreçtir. Bu itibarla Karabağ sorunu halledilmeden sınırların açılması söz konusu değildir” güvencesi vermişti. Azerbaycan da kendisine verilen bu güvenceye inanmıştı.

Ancak, 22 Nisan 2009’da Vekaleti Hariciye’nin yaptığı bir açıklama, Bakü’de adeta soğuk duş etkisi yaptı. Bu açıklamada, Türkiye ile Ermenistan’ın müzakereler sonucunda ikili ilişkilerinin her iki tarafı da tatmin edecek şekilde normalizasyonu için kapsamlı bir çerçeve ve yol haritası üzerinde mutabık kaldıkları belirtiliyordu fakat yol haritasında eksik olan bir husus vardı. Ancak açıklamada, Karabağ ve işgal altındaki Azeri topraklarına ilişkin herhangi bir paragraf yer almıyordu.

Bu, şu demekti:

Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmeye karar vermiş, bunun için de bir yol haritası üzerinde mutabık kalınmıştı.

Azerbaycan’da adeta yer yerinden oynadı. Azeri halkı Türkiye’ye karşı büyük bir infial içine girdi. Azeri gazeteleri, Türkiye’nin Azerbaycan’ı sattığı yolunda manşetler atıyor, içinde “ihanet” kelimesinin bolca kullanıldığı makaleler yayınlıyorlardı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Azeri mevkidaşı İlham Aliyev’i telefonla arayıp güvence vermesi, gerginliğin ortadan kaldırılmasını sağlamayınca, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 14 Mayıs 2009’da Bakü’ye gitmiş, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’le görüşmüş ve ilk elden Türkiye’nin güvencesini ortaya koymuştu.

Görüşme sonrasında düzenlenen basın toplantısında ve Azerbaycan Milli Meclisi’nde yaptığı konuşmada “İşgal ortadan kalkmadıktan sonra Ermenistan ile kapıların açılması mümkün değil” demişti. Başbakan Erdoğan, Azerbaycan Millî Meclisinde yaptığı konuşmada da şunları söylemişti:
    “Ermenistan’la sınırlarımızı ne için kapattık? Ermenistan, Karabağ’ı işgal ettiği için. Bu itibarla Ermenistan işgal ettiği tüm topraklardan çıkmadan ve Karabağ sorunu çözülmeden Türkiye sınırlarını açmayacaktır”(4)

Türkiye’nin girişimleri, Bakü yönetiminin ve Azeri halkının AKP hükümetine karşı duyduğu güvensizliği bir ölçüde ortadan kaldırmış olsa da 10 Ekim 2009’da protokollerin imzalanması iki ülke ilişkilerini adeta kopma noktasına getirdi. Azeri yönetimi, artık iyiden iyiye aldatıldığına inanmaktaydı. Hatta bu dönemde, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Türkiye’ye karşı doğalgaz kartını açmaktan bile çekinmedi.(5)

Protokollerin, Türkiye Büyük Millet Meclisine onay için ancak Karabağ sorununun çözümünden sonra getirileceği yolunda verilen güvenceye karşın, protokollerin Meclise sevk edilmesi, Bakü yönetimindeki kaygıları daha da arttırdı.

Azerbaycan tepkisinin dozunu öyle tırmandırdı ki; Bakü’deki şehitlikte yer alan Türk bayraklarını bile indirdi.

Gerginlik daha sonra yumuşama eğilime de girse, Ankara-Bakü arasındaki soğukluk tam olarak giderilemedi.
Ankara’nın yapamadığı…

2009 yılı başından buyana şekillenen bu tablo ve çıkmaza giren bu üç ayrı sürece ilişkin, “Ankara’nın protokolleri nasıl şekillendirmesi gerekiyordu? Neyi, neden yapamadı? Bunun sonucu ne oldu?” gibi soruların yanıtını da vermek gerekiyor.

Bu konuda diplomasi deneyimi ile Türkiye’nin dışpolitika uygulamaları konusunda önemli saptamalar yapan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın, TBMM’de yaptığı konuşmada gündeme getirdiği şu saptamalara dikkat çekmekte yarar var:(6)
“Ermenistan’la imzalanan protokoller de değerli milletvekilleri ulusal çıkarlarımız açısından çok ciddi sakıncalar taşıyor. Sayın Bakanımıza göre Türkiye’yle Ermenistan sınırlarını ayrıntılı bir şekilde çizen Kars Anlaşması’nın geçerliliğinin protokollerde belirtilmemiş olmasının bir mahzuru yoktur. Ancak bu yaklaşım hatalıdır. Zira, İstiklal Savaşı’nda doğu sınırlarımızı çizen bir savaş sonunda Türkiye Büyük Millet Meclisinde imzalanan Kars Anlaşması’nın metinde zikredilmemesi Türkiye’ye ciddi hukuki zemin kaybettirir çünkü Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan Ermenistan devletinin yaptığı ilk şey Kars Anlaşması’nı tanımadığını açıklamak olmuştur.

Okumaya devam et  OLMAYACAK DUAYA ‘AMİN’ Mİ DENİYOR?

Peki, bugün Ermenistan bu tutumunu değiştirmiş midir? Hayır.
Çünkü Erivan’ın Türk topraklarına yönelik talepleri Ermenistan devletinin kurucu belgelerinde hâlâ açıkça yer alıyor. Nitekim Ermenistan Parlamentosu tarafından kabul edilen Bağımsızlık Bildirgesi’nde Doğu Anadolu’nun batı Ermenistan olarak adlandırılması suretiyle Türkiye’nin toprak bütünlüğünün tanınmadığı vurgulanıyor. Üstelik anılan bildiriye Ermenistan Anayasa’sının dibacesi de atıfta bulunuyor. Ayrıca Ağrı Dağı’nın Ermenistan’ın resmî devlet arması olduğunun Ermenistan Anayasası’nın 13’üncü maddesinde tescil edilmesi de Ermenistan’ın Türkiye’ye yönelik emellerinin derin ve silinmez niteliğini kanıtlıyor.

Ermenistan, Bağımsızlık Bildirgesi’ni ve Anayasası’nı değiştirerek Türkiye’den toprak talebinde bulunan ifadeleri değiştirecek mi? Ben bunun yanıtını vereyim. Kesinlikle hayır, Erivan’ın böyle bir niyeti yok. Şimdi bu durum, bu söylediklerim Kars Anlaşması’na protokolde yer verilmemesinin sakıncalarını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Kars Anlaşması’nın geçerliliğinin protokolde belirtilmemesinin yaratacağı ilave bir sakınca var. Bu da Türkiye’nin Nahçivan üzerindeki hak ve sorumluluklarından feragat etmesi meselesinin ortaya çıkması. Türkiye’nin Nahçivan üzerindeki hak ve sorumlulukları 16 Mart 1921 tarihli Moskova Anlaşması’nın 3’üncü maddesinden kaynaklanıyor. Değerli milletvekilleri, bu hususları iyi dinleyin. Moskova Anlaşması’nın 3’üncü maddesi Türkiye ile Rusya’ya Nahçivan üzerinde bir tür ortak garantörlük hakkı veriyor. Bu maddenin Türkiye’ye Nahçivan’ın statüsünü belirlemek amacıyla yapılacak her türlü anlaşmaya taraf olarak katılma ve Türkiye’nin kabul etmediği bir statünün Nahçivan’a uygulanmasını engelleme hakkını verdiği tartışma götürmez. Bu itibarla, bu hüküm Kars Anlaşması’nın imzacıları için de geçerlidir. Bu itibarla, Kars Anlaşması’nın geçerliliğinin bu protokollerde belirtilmemiş olması Türkiye’nin bu hak ve sorumluluğundan feragat ettiği gibi bir sonucu doğuruyor.

… Değerli arkadaşlarım, bu protokollerin yapılmasının merkezi, sıkleti, en önemli noktası Tarih Komisyonunun kurulmasıdır, çünkü Ermenistan’la ilişkilerimizi zehirleyen esas nokta Ermenistan tarafının soykırım saplantısına takılmasıdır. Eğer iki taraf acılı tarihlerine ortak bir perspektiften bakamadıkları takdirde bu kan davası nesilden nesile intikal edip sürüp gidecektir. Demek ki böyle bir Tarih Komisyonu kurmak ve bunu işletmek son derece önemli Türkiye bakımından. Fakat ne yapılmıştır biliyor musunuz bu protokollerde? Bu protokollerde kurulacak olan Tarih Alt Komisyonunun görev tanımı maalesef son derece muğlak bırakılmıştır. Burada, bu Alt Komisyonun esas, temel görevinin 1915 olaylarını gün ışığına çıkarmak olduğu belirtilmemiştir ve şimdi bu boşluktan, daha şimdiden, maalesef Ermeni liderleri de yararlanıyorlar.”

Nafile diplomasi…

Emekli Büyükelçi Elekdağ’ın saptamaları ve getirdiği eleştiriler, komşularla sıfır sorun politikası yaklaşımı ile stratejik hatalara imza atan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından dikkate alınır mı bilinmez ama, Ermeni sorunu oldukça uzun bir süre daha, Türkiye’nin dış politikadaki en önemli gündem maddelerinden biri olacak gibi görünüyor.

Konunun sadece siyasal düzlemde çözülmesi çabası, Ermeni sorununa ilişkin gerek ikili zeminde gerek uluslararası alandaki süreçlerin kilitlenmesine neden olduğu gibi, kilitlerin açılması konusunda inisiyatifi de karşı tarafa bırakıyor. Bu da süreçlerin Türkiye’nin beklentileri doğrultusunda sonuçlanması olasılığını neredeyse sıfıra indiriyor. Aslında AKP hükümeti, uyguladığı dış politikayla kendi açmazlarını yine kendi yaratıyor. Hükümet, Türkiye’nin dış politikadaki ulusal refleksleri yerine, genel anlamda Washington yönetiminin ve çok uluslu şirketlerin çıkarlarını koruyup kollayan küresel ve bölgesel yaklaşımları öne çıkarınca, Ermeni sorunu gibi kritik başlıklar, hem çözümden uzaklaşıyor hem de Türkiye’ye uluslararası alanda zemin kaybettiriyor.

Ancak görünen o ki; hükümet özellikle Ermeni politikasında Türkiye’yi adeta kıskaç içine alan bu yaklaşımdan kısa dönem içinde vazgeçmeyecek. Bir taraftan Obama yönetiminin tatmin edilmesi arayışları diğer yandan AB ve küresel odakların beklentilerinin karşılanması için hükümet nafile diplomasinin labirentlerinde dolaşması kaçınılmaz olacak.

Dipnot:

(1) Duygu Güvenç; Ankara’dan çifte uyarı

(2) Taşnaksütyun

(3) Akşam; “Bazı Azeri topraklarını iade edebiliriz” 24.03.2010

(4) Hürriyet, AA; Erdoğan Azeri Meclisi’nde konuştu, 14.05.2009

(5) CNNTurk, Aliyev’den AKP’ye doğal gaz tepkisi, 18.10.2009

(6) CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ; TBMM Tutanak Dergisi, 9. Birleşim. 21.10.2009

20 Nisan 2010

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir