Kürt Açılımı-Mümtaz’er Türköne ve Diyanet

Yanlarında Mahmur mamulü dört de çocuk bulunan ve Protesto amacıyla Türk kimliklerini imha ettikleri için haymatlos (vatansız) durumuna düşen 30 Pkk’lının, terörist kıyafetleriyle ve ellerini kollarını sallayarak Habur’dan ülkemize giriş yapmaları üzerine çok şey yazıldı çizildi. Hatta Türkiye birkaç gündür tam anlamıyla ayakta. Türk Milleti haysiyet ve şerefine sahip çıkma adına o derece ayağa kalktı ki; hükümet ikinci bir emre kadar terörist girişine ara vermek zorunda kaldı! Başbakan ise “süreci sil baştan gözden geçiririz” diye tehditler bile savurdu. Sanki geriye dönüş mümkünmüş gibi! Sanki bu süreç Türkiye’nin inisiyatifi ile işliyormuş gibi… - diyanet

Yanlarında Mahmur mamulü dört de çocuk bulunan ve Protesto amacıyla Türk kimliklerini imha ettikleri için haymatlos (vatansız) durumuna düşen 30 Pkk’lının, terörist kıyafetleriyle ve ellerini kollarını sallayarak Habur’dan ülkemize giriş yapmaları üzerine çok şey yazıldı çizildi. Hatta Türkiye birkaç gündür tam anlamıyla ayakta. Türk Milleti haysiyet ve şerefine sahip çıkma adına o derece ayağa kalktı ki; hükümet ikinci bir emre kadar terörist girişine ara vermek zorunda kaldı! Başbakan ise “süreci sil baştan gözden geçiririz” diye tehditler bile savurdu. Sanki geriye dönüş mümkünmüş gibi! Sanki bu süreç Türkiye’nin inisiyatifi ile işliyormuş gibi…

Pek çok uzman, yazar ve gazeteci, bu süreçten dönülemeyeceğinde hem fikirdir. Onlara göre macun tüpten çıkmıştır ve tüpten çıkan macunu geri koyma imkanı yoktur. Siz buna “artık cin şişeden çıkmıştır” da diyebilirsiniz.

İmralı sakini demiş ki; “Ben üstüme düşeni yaptım. Süreç tıkanmasın diye talimat vererek bir grubu Türkiye’ye getirdim. Bundan sonrası hükümetin bileceği iş. Örgüt yönetimi ile görüşerek gereğini yapar…” Pkk’nın siyasi kanadının lideri Zübeyir Aydar ise Avrupa’dan 15 kişilik bir terörist grubunu 28 Ekim’de, yani Cumhuriyet Bayramı’ndan bir gün önce Türkiye’ye göndererek jest yapmak istediklerini buyurmuş! Kandil sorumlusu Murat Karayılan ise çok daha ileri giderek “Türkiye’nin hassasiyetleri varsa bizim de bazı hassasiyetlerimiz var!” diyebilmiştir. Görüldüğü gibi, terör örgütü mensubu değil de sanki legal bir örgüt varmış gibi davranıyorlar Pkk’nın lider kadrosundakiler. Dolayısıyla Türk Devleti, atacağı yanlış adımlarla Pkk’yı sanki legal bir örgüt havasına sokmaktan özellikle kaçınmalıdır. Gazete haberlerine göre Allah’tan devreye yine askerler girmiş de hükümet, terörist girişini şimdilik durdurmuş vaziyette(1).

Yaşananları en güzel şekilde ve bizim de altına imza atabileceğimiz biçimde anlatanlardan birisi de Gazeteci Melih Aşık olmalıdır. 22 Ekim 2009 tarihli ve “Teslim tesellüm” başlıklı yazısının “Cumhuriyet” ara başlıklı bölümünde şöyle diyor Melih Aşık:

“Herhalde cumhuriyet kuruldu kurulalı bu kadar hüzün verici bir tablo yaşanmamıştı…
Adamlar sınırdan içeri asker elbiseleriyle zafer kazanmış kahramanlar gibi giriyor… Savcılar, yargıçlar ayağına gönderiliyor. Adamlar:
“Silahları bırakmaya karar verdik, pişman olduk, teslim oluyoruz”, deseler mesele kalmayacak.
Ama ne pişmanlığı… Ne silah bırakması…
“Abdullah Öcalan bizi çağırdı geldik, barış elçisiyiz” diyorlar…
Sözde pişmanlık yasasından yararlanacaklar ama…
Ortada pişmanım diyen kimse yok. Üstelik savcı ve yargıç karşısında “Sayın Apo, Önder Apo” diye konuşuyorlar.
Özel olarak Habur’a getirilen yargıç “Sayın Apo” dememeleri için adeta ricacı oluyor. Takan yok… Çünkü arkalarında ABD’nin olduğunu biliyorlar.
Suçu ve suçluyu yargıç karşısında alenen övme suçu işleyenler hüküm giymek ne kelime…
Pişman oldukları varsayılıp salıveriliyor…
Ergenekon’un terör örgütü olup olmadığı henüz kesinleşmedi. Ama bir yığın insan örgüt üyesi suçlamasıyla hapiste. Halis ve tam tescilli terör örgütünün üniformalı üyeleri Habur’da el üstünde…
Özetle; hukuk, vicdan, adalet PKK tarafından teslim alınmış durumda…
Bütün bu olup biteni terörün sona erme süreci diye görenler, gösterenler var…
Olabilir mi? Kamu vicdanını kanatarak, ezerek toplumsal barışa ulaşılır mı?”

***
Cumhuriyet kuruldu kurulalı böyle hüzün verici bir tablo yaşanıp yaşanmadığından emin değilim. Ancak 1961 doğumlu bir adam olarak kendimi bildim bileli devlet ve millet olarak böyle hüzün ve utanç verici bir tablo yaşadığımızı ben de bilmiyorum. Tam mahiyetini bilmiyorum ama Cumhuriyet döneminde bu kadar olmasa bile Türk Milleti’ni rencide eden birkaç tane tablo daha yaşandığını en azından duymuşluğum vardır. Örneğin, rivayete göre; Milli Şef İnönü döneminde, Türkiye’ye sığınan bir grup Azeri soydaşımız, zorla Sovyetlere iade ediliyor, iade edilir edilmez de infaz ediliyorlar. Galiba Adnan Menderes döneminde Irak’taki zulümden kaçarak ülkemize sığınan bir grup Türkmen soydaşımız da aynı akıbete uğruyorlar. Ancak birkaç gün önce Habur’da yaşananlar bunlardan çok daha elim ve vahimdir. Çok daha kahredicidir. Çünkü gelen 30 kişi, Mehmetçiğe silah çekerek kanını akıtmış soysuz kişilerdir. Üstelik bunlar vaktiyle Türk Vatandaşı idiler. Aslında bunların suça karışmadıkları ve suça karışmayanların içinden seçildikleri filan safsatadır. Nereden biliyorsunuz karışmadıklarını. Mehmetçiğe silah çeken teröristlerin yemeklerini pişiren aşçıya, örgütün dokümanlarını muhafaza eden sözde kütüphane sorumlusuna “SUÇSUZDUR” diyebilir misiniz?

Kürt Açılımı ve Mümtaz’er Türköne

Bildiğim kadarıyla Mümtaz’er Türköne, birkaç yıl öncesine kadar Ankara’da kurulu Gazi Üniversitesi’nin uçuk kaçık profesörlerinden birisi idi. Medyada çıkan haberlere göre; İstanbul’da bulunan bir özel üniversiteye kapağı atabilmek için erken yaşta kamu görevinden emekli olmuştur. İstediği sonucu alamayınca da Fethullah Gülen hoca efendinin gazetesi Zaman’a kapağı atmak zorunda kalmıştır.

Anlaşılacağı üzere; dünün ülkücüsü Mümtaz’er Türköne, şimdinin hızlı Zamancı’larındandır. Anlayabildiğim kadarıyla Mümtaz’er Türköne, aynı zamanda hükümetin Kürt Açılımı konusundaki teorisyenlerinden ve akıl hocalarından birisidir. Çünkü bu konuda hangi taşı kaldırsanız altından Mümtaz’er Türköne çıkmaktadır. Önce geçtiğimiz Şubat Ayı’nın 15’inde Kuzey Irak’ın Erbil kentinde Abant Platformu tarafından düzenlenen “Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” konulu toplantıda konuşurken gördük hazreti. Arkasından da 1 Ağustos 2009 günü Ankara’da toplanan “Kürt Çalıştayı”nda. Bakın Erbil’deki toplantıda neler demiş Prof. Dr. Mümtazer Türköne;

“Kendimizi yurt dışında değil, kendi ülkemizde hissediyoruz… Bir büyük Kürdistan haritası var. Bu, kimilerinin rüyası, kimilerinin kâbusudur… Herkesin gerçeklerle yüzleşmesi gerekmektedir.”(2).

Mümtaz’er Türköne’nin temennisi, bu sözleri sarf ettiği konuşmasının üzerinden henüz 8 geçmeden gerçekleşmiş durumdadır. Zira bu konuşmanın üzerinden henüz 8 ay geçmişti ki; Türkiye, M.Türköne’nin bahsetmiş olduğu acı gerçekle yüzleşmiştir! Çünkü Pkk’lı teröristler, pişmanlık duyarak değil, barış heyeti olarak Kandil’den inip Türkiye’ye gelme yürekliliğini gösterebilmişlerdir!

1 Ağustos 2009 günü Ankara’da üstelik Polis Akademisi’nde toplanan sözüm ona “Kürt Çalıştayı”nın gediklisi yine Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne’dir. Diğer gazeteci ve yazarlar mı? İçlerinde Murat Karayılan’ın ulaklığına soyunan Hasan Cemal’den tutun da devletin resmi kanalı TRT’de terörist başı Apo’ya “Sayın” diyen sözüm ona İslamcı gazeteci Nasuhi Güngör’e(3) kadar kimi ararsanız mevcut.

Mümtaz’er Türköne Pkk’nın Lider Kadrosuna Paşalık mı Önermiş?!

Bu Mümtaz’er Türköne’yi bir yerlerden hatırlar gibiyim ben! Hazret, galiba Pkk ile en çetin mücadeleyi veren zamanın Başbakanı Tansu Çiller’in de danışman kadrosundaydı. Hatta Sayın Çiller’in “Bu ülke için kurşun atan da şereflidir, kurşun yiyen de” şeklindeki meşhur özdeyişinin patentinin de Mümtaz’er Türköne’ye ait olduğu söylenmektedir. Demek oluyor ki; Mümtaz’er Türköne, bu sözü bizim bildiğimiz anlamda üretmemiş. Zira bugün geldiği noktada ve takınmış olduğu tavra bakarak, Mümtazer’er Türköne’nin bu sözünün kapsamına Pkk’lı teröristleri de sokup sokmadığından şüphe duymaya başlamış durumdayız! Bu konudaki şüphelerimizi güçlendiren ise, Mümtaz’er Türköne’nin Pkk’nın lider kadrosuna paşalık rütbesi verilmesini ve Türk Devleti’nin asilerle uzlaşma yapmasını önerme anlamına gelecek tarzda yazılar yazıyor olmasıdır.

Mümtaz’er Türköne bakınız neler yazmış:

“Söz paşalık rütbesinden açılınca, tarihe müracaat etmeden olmaz. Tarih, öğrenmesini bilenler için iyi bir öğretmendir. Eskiden beri devlet adamı, tarih öğrenerek yetişir.…Çukurova bölgesinin doğusuna bugünkü idarî şeklini veren hadise, Gavur Dağı isyanını bastırmak üzere bölgeye 1865 yılında gelen Derviş Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunda mülkiyeyi temsilen görev alan Ahmet Cevdet Paşa’nın tasarruflarıdır. Öyle ki, İslahiye ismi bu birliklere Fırka-i İslahiye adı verilmesinden, Cevdetiye Cevdet Paşa’dan, Hassa Padişah’ın Hassa alaylarının konaklamasından isimlerini almışlardır. Cevdet Paşa, buradaki askerî harekâtı ve idarî düzenlemeleri Cavid Baysun’un Latinize ettiği Tezâkir’in (TTK yayını, Ankara 1986) 27. ve 28. tezkerelerinde anlatır. Tarih, artık modernleşme tarihidir. Devletin bastırdığı isyan ise geniş bir alanı kapsayan Kürt-Türk göçebelerinin devlet otoritesine karşı gelmeleri ile başlamıştır.
Cevdet Paşa, isyana karışanlardan Kozan-ı Garbî ağası Ahmed Ağa’yı “Rütbe-i mirimiranlık ile Kütahya sancağına” göndermek sözü ile ikna ediyor. Verdiği söz, sadece Padişah’ın iradesine mahsus paşalık rütbesi, üstelik Kütahya’nın yönetimi. Hemen oturup Fuad Paşa’ya şu telgrafı yazıyor: “Kozan-oğlu Ahmed Ağa orduya geldi. Mîrimîranlık ile Kütahya kaymakamlığına memur edildi. Hemen bahren gönderilmek üzeredir. Fakat burada iken kendisine paşa tabiri lâzime-i hal ü maslahattan olup bu ise irade-i seniyyeye mevkuf olduğundan…” bir an önce Padişah’tan irade alınmasını talep ediyor. Üstelik bu irade verilmezse “istifa ederim” diye ekliyor. Sadrazam Fuad Paşa durumun nezaketini anlayıp ertesi sabah cevap veriyor. “Paşa unvanını veriniz” diyerek şifahen Padişah’tan izin aldığını bildiriyor… Tarih arkamızda duruyor… Devlet soğukkanlıdır. İntikam almaz, kan davası gütmez, sorun çözer ve yönetir.”(4).

Mümtaz’er Türköne, “Eşkiyalar ve Devlet” başlıklı yazısında; Columbia Üniversitesi tarih ve sosyoloji profesörlerinden Karen Harney’in dilimize yine “Eşkiyalar ve Devlet” ismiyle tercüme edilen kitabının “Eşkıyalar ve Devlet: Osmanlı tarzı devlet merkezîleşmesi” ismini taşıyan bölümünden;

“Osmanlı Devleti 17. yüzyıl boyunca, büyük sekban gruplarının başındaki eşkıya reislerinin taleplerini merkezle bütünleştirebilmek için siyasî anlaşma yapma ve merkeze dahil etme yöntemlerine başvurdu. Bu noktada, eşkıyalara verilen tavizlerin ciddî bir zaafa işaret etmediğini ileri sürmek istiyorum. Bu anlaşmalar Osmanlıların aynı anda üç cephede birden savaşmak zorunda kalmaması için ülkeler arası ve ülke içi basınçları dengelemek hesabıyla yapılmışlardı. Anlaşma yaparak ve merkezle bütünleştirerek hakimiyeti pekiştirme çabalarının ardında yatan en önemli saiklerden biri de jeopolitik kaygılardı…”(6) şeklindeki cümleleri aktardıktan sonra şu yorumları yapmış bulunuyor:

“Yazar isyancılara verilen tavizleri anlatırken okuyucuya çok şaşırtıcı gelecek bir tez ileri sürüyor. Devlet eşkıyalığı, devletin merkezî iktidarını sağlamlaştırmada bir araç olarak kullanıyor. Bu tezini, her isyan döneminden sonra merkezin gücünün arttığını göstererek kanıtlıyor. İsyancılarla yapılan pazarlıklar devletin zaafını değil, tam tersine aklını ve gücünü gösteriyor. İsyancılarla yapılan pazarlıklar ve verilen tavizler neleri kapsıyordu? Her biri o dönemin namlı birer asisi olan Karayazıcı, Abdülhalim, Deli Hasan, Tavil Halil, Kalenderoğlu, Yusuf Paşa ve Muslu Çavuş gibi isyancılardan uzlaşmaya yanaşanlara devlet hilatlar göndererek paşalık rütbesi veriyor, bu rütbeyi kullanacakları geniş vilayetleri de emirlerine tahsis ediyordu. 1606 yılında o dönemin en meşhur eşkıyası Canpolatoğlu’nun saraya yazdığı mektubu, Karen Harney kitabına almış. Mektupta Canpolatoğlu kendisine beylerbeyliği, çevresindeki adamlarına da tek tek sıralayarak çevredeki vilayetlerin (Antep, Maraş, Halep, Ma’arra, Samsad, Malatya, Kars, Zülkadriye, Rakka, Tarsus, Bozok, Sis) verilmesini istiyor. Padişah I. Ahmed mektubun sol üst köşesine ‘bu kadarı da fazla’ diye not düşmüş. Tarih, Osmanlı Devleti’nin Batı’da Avusturya ile savaştığı, Doğu’da ise İran ile savaş hazırlıklarının sürdüğü bir evre. Padişah’ın bu notuna rağmen Canpolatoğlu’na Halep Beylerbeyi unvanı veriliyor ve bu eşkıya bir süreliğine de olsa devletin Halep vilayetindeki meşru temsilcisi sıfatını kazanıyor.

Bu evrelerden ilkinin meşhur Kuyucu Murat Paşa’nın sadaret dönemi olduğunu hatırlatalım. Devletin isyancılara karşı sertliğine Kuyucu Murat Paşa’yı örnek gösterenler, eşkıyaya paşalık rütbelerini ve yönetecekleri yerleri dağıtan devlet adamlarının başında Kuyucu Murat Paşa’nın geldiğini mutlaka öğrenmeliler. İkinci evre ise yine sertliği ile anılan IV. Murad’ın saltanat yıllarıdır.

‘Eşkıyalar ve Devlet’ kitabının bize anlattığı şu: Devlet eşkıyalığın kökünü savaşarak ve uzlaşarak kazımaya çalışıyor. Ama daha ötesi eşkıyalığı yaratan şartları ortadan kaldıramadığı için, eşkıyalarla fırsat buldukça savaşarak, zaman zaman uzlaşarak bu işi merkezin otoritesini güçlendirecek bir vesileye dönüştürüyor. Nasıl mı? Eşkıyalıktan bizar olan halkın desteğini kazanarak. Tarihçiliğin ciddi bir iş olduğu inancıyla bu kitabı özellikle Erhan Afyoncu ve Yusuf Halaçoğlu’na tavsiye ederim. İsyancıya ‘paşa rütbesi’ nasıl verilirmiş, okuyup öğrenebilirler. Devlet yönetmenin akıl işi olduğunu, bu aklın da devletimizin selefi olan Osmanlı’da fazlasıyla mevcut olduğunu anlaması gerekenler bu kitabı dikkatle okumalı. Hamasetle devlet gemisi yürümüyor.”(7).
***
Yaşadığımız bu günlerde bu satırların ne anlama geldiğini anlamak için sanırım bilge ve tarih profesörü olmaya gerek yoktur. Mümtaz’er Türköne, “Osmanlı’nın kendisine isyan eden asileri teskin edip susturmak için taviz anlamında elinden ne geldiyse yaptığını, bu tavizlerin içinde asilere ‘Paşalık’ da dahil olmak üzere çeşitli unvanlar ve görevler verilmesi olduğunu” da söylüyor. “Tarih arkamızda duruyor… Devlet soğukkanlıdır. İntikam almaz, kan davası gütmez, sorun çözer ve yönetir. Devlet yönetmenin akıl işi olduğunu, bu aklın da devletimizin selefi olan Osmanlı’da fazlasıyla mevcut olduğunu anlaması gerekenler bu kitabı dikkatle okumalı. Hamasetle devlet gemisi yürümüyor” diye de Osmanlı’daki söz konusu uygulamaların Türkiye Cumhuriyeti tarafından örnek alınmasını salık veriyor.

Ancak M. Türköne’nin yanıldığı bir şey vardır. Örnek verdiği dönem, büyük ölçüde Avrupa’nın ve dünyanın gözünde Osmanlı İmparatorluğu’nun “Hasta Adam” olarak ilan edildiği, imparatorluğun yıkım sürecinin sonuna yaklaştığı dönemdir. Demek oluyor ki; Mümtaz’er Türköne’nin gözünde günümüz Türkiye Cumhuriyeti de bir hasta adam durumuna gelmiş bulunmaktadır! Onun için Türkiye Cumhuriyeti Devleti, barış ve sükunu sağlama adına isyancılarla her türlü pazarlığa girişebilir! Bu pazarlığın içine Pkk’nın lider kadrosuna çeşitli unvanlar verme ve menfaatler sağlamak da dahildir! Bizim bu konuda bir şey dememize sanırım fazla ihtiyaç yoktur. Mümtaz’er Türköne’nin yukarıda bulunan önerilerini değerlendiren Gazeteci Fahreddin Fidan noktayı çok güzel koymuş bulunuyor. Diyor ki Fahrettin Fidan; “Prof. Mümtaz’er Türköne, ‘Osmanlı Öcalan’ı paşa yapar, maaşa bağlardı’ demiş. Dalkavukları da kese kese altınla ödüllendirirdi.”(7)

Düşünebiliyor musunuz, eğer Mümtaz’er Türköne’nin teklifleri dikkate alınırsa, yakın gelecekte örneğin Abdullah Öcalan’ı Diyarbakır Valisi, Murat Karayılan’ı Van Emniyet Müdürü ve Cemil Bayık’ı Cizre Kaymakamı olarak görmemiz içten bile değildir! Ya da her üçünü birden TBMM çatısı altında! Bana kalırsa Sayın Başbakan, çevresinde bulunan Hasan Cemal ve Mümtaz’er Türköne gibi uçuk kaçık fikirli akıl hocalarını bir an önce çevresinden uzaklaştırıp tez zamanda Ahmet Davudoğlu örneğinde olduğu gibi kendisine aklı başında müşavirler edinmelidir. Yoksa daha dün “Pkk ile sonuna kadar silahlı mücadele etmek gerekir” derken aradan geçen 10-15 yılın arkasından “Örgütle görüşerek uzlaşma yolları aranabilmeli ve örgüte bazı tavizler verilebilmelidir…” noktasına gelen dönek adamlarla hiçbir yere varılamaz. Çünkü bu tür adamlardır ki; geçmişte pek çok başbakanın siyasi anlamda yardan uçmasına ve siyasi hayatlarının bir şekilde bitmesine sebep olmuşlardır…

Mümtaz’er Türköne ve Diyanet

Mümtaz’er Türköne mi? O, 1990’lı yıllarda bir yandan Tansu Çiller’e danışmanlık yapmış, öbür taraftan da Türkiye Diyanet Vakfı’nda Yayın Kurulu Üyeliği ve Yayın Kurulu Genel Sekreterliği yapmıştır. Üyesi bulunduğu bir komisyon marifetiyle Türkiye Diyanet Vakfı adına hazırlanıp 1996 yılında Milli Eğitim Şurası’na sunulan “Türk Eğitim Sistemi Alternatif Perspektif” isimli kitap ise adı geçen Vakfın 28 Şubat sürecinin boy hedefi haline gelmesine sebep olmuştur. Türkiye Diyanet Vakfı, senelerdir bu kitabın sebep olduğu söz konusu yıkım projesini atlatmak için uğraşmaktadır. Açık söylemek gerekirse; Mümtaz’er Türköne, hem Tansu Çiller’in siyasi hayatına darbe vurmuş bir adam, hem de Türkiye Diyanet Vakfı’nı baltalamış bir adam olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır. Umarız Sayın Başbakan’ın siyasi hayatını yaralamadan çekilir gider köşesine…

26 Ekim 2009
Ömer Sağlam
_______________
1-bkz. 26.10.2009 tarihli Milliyet gazetesinde bulunan “Ortak Karar” başlıklı manşet haber.
2-http://www.haberler.com/abant-platformu-erbil-de-basladi-haberi/
3-http://www.ajans5.com/haber/20090806/TRT-canli-yayinda-Sayin-Ocalan-krizi.ph-&http://www.kackartv.com.tr/?I=Haber&ID=24220
4- bkz. Mümtaz’er türköne, “Osmanlı Paşaları” başlıklı makalesi, Zaman, 23.10.2009.
6- bkz. Mümtaz’er Türköne, “Eşkiyalar ve Devlet” başlıklı yazısı, Zaman, 25.10.2009.
7- bkz. Melih Aşık “Teslim tesellüm” başlıklı makalesi, Milliyet, 22.10.2009


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir