Bülent Karakaş: AHMET ALTAN’A AÇIK MEKTUP

Ben de ne zaman bir Ahmet Altan makalesi okusam, satır aralarında bir çıngıraklı yılan dolaşıyor sanki. Tıslaması kulaklarımda çınlıyor, hiçbir müzik türü gideremiyor bu sesi. - ermeni isyanlari


Taraf Gazetesi yazari Ahmet Altan

Ben de ne zaman bir Ahmet Altan makalesi okusam, satır aralarında bir çıngıraklı yılan dolaşıyor sanki. Tıslaması kulaklarımda çınlıyor, hiçbir müzik türü gideremiyor bu sesi.

Her yeni makalenizde “sabır” diyorum ama artık yeter; “Ah Akparik” isimli makaleniz bardağı taşıran son damla oldu. Her fırsatta insanlıktan ve barıştan söz eden maskeli yazarın maskesinin ardındaki yüzü ortaya koymaksa şart oldu.

“Durun ne olur bir an ve düşünün” demişsiniz.

Durdum… düşündüm…

Gözlerimi kapattığımda 1915 öncesine gittim birden…

Erzurum’da isyan… Sasun’da isyan… Zeytun’da, Van’da, sonra tekrar Sasun’da, Adana’da isyan…

Derken 1915 yılına geldim… Osmanlı bir yandan dışarıdaki düşmanla savaşıyor…

Bir yandan da Bitlis’te isyan… Erzurum’da isyan… Elazığ’da, Diyarbakır’da, Sivas’ta, Trabzon’da, Yozgat’ta, Van’da isyan… Amaç; Osmanlı’nın gücünü bölmek, düşmana kolaylık sağlamak…

Hepsi Ermeni isyanı… Başlarındakiler Rusya’dan gelen Ermeni komitacıları olabilir ancak isyan edenler, yıllardır birlikte yaşadığı insanları komitacılarla birlikte vahşice öldürenler, bizzat Osmanlı Ermenileri…

Gözlerim hala kapalı 1915 Van’ındayım…

Ruslar Van yolunda… Ermeniler isyanda… Şimdi siz düşünün…

Bıyıkları etleri ile birlikte kesilen erkekler…

Evlerine ot tıkanıp ateşe verilmiş insanlar… Dışarı kaçmak istiyorlar, bu defa kurşunla, süngü ile öldürülüyorlar…

Bir eve doldurulmuş kadınlar, kızlar, defalarca tecavüze uğruyorlar….

Cesetlerle dolu kuyular…

Derisi yüzülmüş, uzuvları kesilmiş erkekler…

Kazığa oturtularak öldürülmüş yaşlı kadınlar… Uzaktan bakılınca başlarında örtüsü oturuyor gibi görünüyorlar.

Alınlarından, ellerinden duvarlara çivilenmiş ihtiyarlar…

Derken daha fazla kırılmamaları için Müslüman ahaliye hicret emri…

Vasıtaları olanlar vasıtaları ile, olmayanlar büyük bir perişanlık içerisinde yollara düşüyor…

İnsanlar yollarda çocuklarını bırakıyor, açlık ve salgın hastalıktan kırılıyor…

Bitlis, Urfa yollarında ailelerin çoğu yok oluyor…

Bazıları da göç için deniz yolunu seçiyor. Onlar için on iki gemi tahsis ediliyor…

Tabi gemiciler hep Ermeni…

Bu gemicilerin yardımı ile Adır adasına çıkarılan dört gemi dolusu insan, Ermeni fedailer tarafından katlediyor…

…ve sonra Ruslar geliyor…

Van’ın neredeyse beşte dördünün yok edildiği bu vahşete onlar bile razı olamıyor.

x x x

Savaşta arkasından vurulduğunu, iç güvenliğinin temelden sarsıldığını gören İttihat ve Terakki, Tehcir Kararını almak zorunda kalıyor.

İllere gönderilen telgraflara bakın; hasta, kör, sakat ve yaşlılar göç ettirilmiyor, şehir merkezlerine yerleştiriliyor.

Katolik ve Protestan mezhebinden olanlar, göç ettirilmiyor ve bulundukları şehirlere yerleştiriliyor.

Osmanlı ordusunda subay ve sağlık sınıflarında hizmet gören Ermeniler ve aileleri bulundukları yerlerde bırakılıyor, göç ettirilmiyor.

Yetim çocuklar ve dul kadınlar da göç ettirilmeyerek yetimhanelerde ve köylerde koruma altına alınıyor ve kendilerine maddi yardımda bulunuluyor.

Ayrıca ilk etapta da sadece belli bölgelerdeki, bir kısım Ermeniler göçe zorunlu kılınıyor, bir kısmı yerinde kalıyor…

Kalanların da hepsi Ermeni. Amaç bir soyu kırmaksa, İttihat ve Terakki neden bu kadar zahmet ve masrafa giriyor?

Bu arada savaş devam ediyor… İsyanlar durmuyor…

Şebinkarahisar’da isyan, Bursa’da isyan, Adana’da, Urfa’da, Fındıkçık’da, İzmit Adapazarı’nda isyan…

İşte o Bursa’daki Ermeni kadın, Adana’daki yaşlı adam, Sivas’taki bebek de bu yüzden gitmek zorunda kalıyor. Tek başlarına gitmiyorlar, yanlarında kocaları, babaları, oğulları da var, ailece gidiyorlar.

Bu arada yukarıda saydığım onca yerde vahşice öldürülenlerin de yaşlı adam, kadın, çocuk ve bebek olduğunu unutmamak gerekiyor, ailece ölüyorlar. Onların da tek suçları Müslüman olmalarıydı, Türk, Kürt, Çerkes, Laz olmalarıydı.

Bu gerçekleri dile getirmenin neresi ayıp? Asıl ayıp olan, bir tarafın kaybına üzülüp, diğerini dikkate bile almamaktır.

Ayrılıkçı Ermenilerden katliamlara fiilen katılmayanların da kimi casusluk, kimi yataklık, kimi yardımcılık yaptı. Bunların savaşmakta olan Osmanlı’ya daha az zarar verdiğini mi sanıyorsunuz? Ya Osmanlı ordusuna dahil olup da, silahları ile birlikte düşman tarafına geçen Ermeniler için ne düşünüyorsunuz?

Okumaya devam et  İngiltere Garantiler konusunda takiyye yapıyor … Prof. Dr. Ata ATUN

Tabii ki, birçok Ermeni de Osmanlı’ya sadık kaldı. Ayrılıkçı Ermeniler, sadık Ermenilere de yapmadıklarını bırakmadılar; onları tehdit ettiler, soydular, hunharca öldürdüler.

x x x

Savaşan her devletin ilk önceliği emniyetidir. Nitekim daha I. Dünya Savaşı başlar başlamaz, İngilizler, dünyanın öbür ucundaki sömürgeleri Avustralya’nın güneyinde yaşayan Alman asıllı Avustralya vatandaşlarını kıtanın iç kısımlarına göç ettirdiler. Ortada isyan yok, düşmanla iş birliği yok, casusluk faaliyeti yok, cinayet yok. Hiçbir zaman dile getirilmediği için bunları bilen de yok ama savaş başlar başlamaz ne olur ne olmaz diye sürülmüşler. İngilizler, onları perişan halde sürerken onlara çok gaddarca davranmışlar. Evlerini basmışlar, mallarını mülklerini tarumar etmişler, piyanolarını bile parçalamışlar. Çünkü piyano ile Alman marşı çalabilirlermiş. (Ermeni Meselesi / Bilal N. Şimşir / Syf.26)

x x x

Uzun lafın kısası, İttihat ve Terakki bir soykırım yapmadı. Hem Müslüman ahali’yi hem de Ermeni halkını büyük bir soykırımdan kurtardı. Tehcir edilen Ermeni, kaldığı yerde ölüp, öldüreceğine; gittiği yerde yaşamaya devam etti. Tabii ki, dönemin ilkel koşullarında ve savaş döneminde yollarda kırılanlar oldu. Ancak tehcirde kırılanın canı candı da, hicrette kırılanınki can değil miydi? Önemli olan yitirilen canlarsa, ortalık bunun için ayağa kalkıyorsa, iki tarafın canı için de kalkması gerekmez mi?

Hadi sizin iddia etmiş olduğunuz gibi gerçekten soykırım yapmış olduklarını var sayalım. İngilizler 1919 – 1920 yıllarında yakaladığı İttihatçıyı Malta Adası’na sürmüştü. Hepsi ellerinde tutuklu bulunuyordu. Bunlardan 58’i Ermeniler ile ilgili suçlanıyordu. Ancak ne hikmetse mahkemeye bile çıkarılamadan salıverildiler. Çünkü onları yargılamak için tek bir kanıt bile bulamamışlardı. Oysa o günlerde olay tazeydi, tüm şahitleri hayattaydı. Buna rağmen kanıt bulamadılar. O düzmece Mavi Kitaplarını da delilden sayamadılar. Bu durumda insan, düşünmeden edemiyor; “bu insanları suçlu ilan edebilmek için tüm tanıkların ölmesi mi beklenmiştir?” diye.

x x x

Şimdi tekrar gözlerimi kapıyor ve 90 yıl öncesinden 16 yıl öncesine dönüyorum…

Yıl 1992, yer Azerbaycan’ın Hocalı Köyü…

Bir gece içerisinde katledilen 613 insan… Bunların 83’ü çocuk, 106’sı kadın…

Gözleri oyulmuş… Kulakları, burunları, kafaları ve daha başka birçok organları kesilmiş…

Aynı vahşetten hamile kadınlar ve çocuklar bile nasibini almış…

Bundan başka 487 ağır yaralı, 1275 rehin, 150 kişi kayıp…

Bir gece içinde yaşanan bu vahşete hangi yürek dayanır?

Bu vahşeti yaşayan ve sonra Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan da dayanamamış, yazdığı “Haçın Hatırı İçin” adlı kitabında şu satırlara yer vermiş:

“…Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni gurup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hala yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için savaşa devam ettiler.”

x x x

Evet, Ermeni gazeteci, Hocalı Katliamı ile ilgili bunları yazmış…

Peki Ahmet Altan ne yazmış?

Hiçbir şey! Evet, hiçbir şey! İlgi alanına bile girmemiş!

x x x

1986 Jivkov Bulgaristan’ı…

Türkçe isimler Slav isimlerine çevriliyor. Yetmiyor mezar taşlarındaki isimler de değiştiriliyor. Kamu alanlarında insanlar Türkçe konuşamıyor. Türkler, yaşadıkları bölgelerden alınıp Bulgarların çoğunluk olduğu bölgelere yerleştiriliyor. İbadet özgürlükleri kısıtlanıyor. Türk olduğu için iş verilmiyor ve insanlar Türkiye’ye göçe zorlanıyor. Bu kısıtlamalardan bir buçuk milyon insan nasibini alıyor.

Okumaya devam et  Fethullah’ı eleştirdiler Ergenekoncu oldular!

Aradan üç yıl geçiyor, bir asimilasyon programı daha kapılarına dayanıyor. 310 bin Türk daha Bulgaristan’ı terk etmek zorunda kalıyor.

Ahmet Altan ise Bulgarların 1908’de bağımsızlıklarını ilan edişlerinde kalmış, sonrasıyla ilgilenmiyor.

Peki ya Yunanistan?… Türkistan?..

Bu konuda da tek satır yazmıyor.
x x x
Türkmen şehri Kerkük’e bitmez tükenmez bir Kürt göçü var, amaç Kürt nüfusu arttırıp, Türkmen’den arındırıp, burayı bir Kürt şehrine çevirmek.
Nüfus öylesine artmış ki; ne elektrik yetiyor ne de su. Yaz günü bir hafta boyunca susuz kalıyorsunuz.
Türkmenlere ait ve Saddam döneminde hükümet tarafından el konulan arazilere derme çatma yapılar kurulmuş. Yeni gelenler buralara yerleştiriliyor.
Kerkük’te yerleşecek olan her Kürt aile için 3000 dolar para yardımı yapılıyor.
Yetmiyor, evlerin yapımı için gerekli olan her türlü malzeme bedelsiz karşılanıyor.
Dahası Kerkük’te ev yapan Kürtlerin elektriği, suyu ve benzini de bedava…
Ohhh, ne ala!
Kürtler sadece boş arazilere değil, aynı zamanda Saddam hükümeti düştükten sonra, şehri terk eden Arapların boş evlerine, stadyumlara ve hatta kullanılmayan devlet binalarına da yerleşiyorlar.
Ya Türkmenler?
İleri gelen Türkmen aileleri her gün tehdit alıyor.
Çocukları okul önlerinden kaçırılıp, yüklü miktarda para karşılığı serbest bırakılıyor.
Her gün meydana gelen patlamalar nedense hep Türkmen mahallelerinde gerçekleşiyor.
Bu patlamalarda insanlar can veriyor, sakat kalıyor.
Ahmet Altan ise bakın kendisine neyi dert ediniyor?
“Vatandaşlığa bağlı bir ülkede milyonlarca Kürt kardeşimizle birlikte yaşarken, başka bir ülkedeki soydaşlarımızı, bu Kürt kardeşlerimizin soydaşlarına karşı koruyarak, çelişkiye düşmüyor muyuz? Bu durum bizi açıkça bölmez mi?”
(Makalenin tamamını için )
Daha sonra göreceklerimi, okuyacaklarımı bilmeden “pes” diyorum ama Ahmet Altan, siz öyle bir yazıyorsunuz ki, okudukça neye şaşıracağımı şaşırıyorum.
x x x

Şimdi yine kapıyorum gözlerimi ve Kurtuluş Savaşı günlerine dönüyorum. Ülkemizin batı bölümü Yunan işgali altında…

Bergama ve yöresindeyiz…

Yukarı Kimikler Köyünden Molla İbrahim’i kulaklarına kadar kesiyor, gem takıyorlar. Bu haldeyken Bergama içinde gezdiriyorlar. Sonra tırnaklarını halkın içinde kerpetenle söküyorlar ve 4 gün sonra parçalayarak öldürüyorlar.

Çerkes İdris Ağa’nın 10 yaşındaki kız evlatlığına sekiz, on Yunan askeri birden, bir çok kez tecavüz ediyor, sonra da vücudunu ikiye ayırarak öldürüyorlar.

80 yaşındaki dilsiz oğlu Ahmet ve eşi Zahide’yi paralarını aldıktan sonra parçalayarak öldürüyorlar.

Alaca Köyünden Mehmed oğlu İsmail ile oğlu Mustafa’nın ayaklarını testere ile kesiyorlar.

Firuz Köyü halkına silah aramak bahanesiyle işkence yapıyorlar, pek çok kadın ve kızın ırzına geçtikten sonra hepsini kurşuna diziyorlar.

Şimdi de Orhan Gazi’de bir sokaktayım…

Ağzında el bombası patlatılmış bir delikanlı yatıyor yerde…

Biraz ilerde karnından bağırsakları dökülmüş bir genç kadın cesedi var…

İki adım ötede 2 yaşlarında başsız bir çocuk…

İleride gübre yığını üzerinde 12 yaşında bir kız, ırzına geçilmiş…

İç sokaklara doğru ilerliyorum. 60 yaşında bir kadın… Irzına geçilmiş ve öldürülmüş…

Muratoba Köyü mü?

Erkekleri camiye dolduruyor, üzerlerine gaz dökülüp yakıyorlar…

Ya Çınarcık köyü?

Erkeklere annelerini peşkeş çekmek istiyorlar. Ölüm pahasına bu işi yapmayan delikanlıları süngülerle öldürüyorlar.

Bir taraftan ateşe verilen evler tutuşurken, Yunan askerleri süngü ucuna taktıkları küçük bebekleri kuzu kızartır gibi ateşe tutuyorlar… Genç kızların memelerini kesip, kebap yapıyorlar…

Yalova… Beykoz… Şile… Rezaletin, işkencenin bini bir para…

Tırnak sökmeler, un çuvalında dövmeler, çuvala koyup suya atmalar, ağaca ayaktan asmalar, ağaca asılanları parçalamalar, diri diri çukurlara gömmeler, göz oymalar, kulak kesmeler, camiye doldurup yakmalar, kadınlara zorla erkek uzvu çiğnettirmeler, anne ve babasına zorla tecavüz ettirmeler, kurşuna dizmeler, edep yerlerine bomba koymalar…

Yeter artık! İçim daha fazla dayanmıyor, ben gözlerimi açıyorum.

Okumaya devam et  KIBRIS’IN 400 YILLIK TARİHİ LONDRA’DA

Sonra merak ediyorum, “Acaba Ahmet Altan bu konuda ne düşünüyor?” diye.

Karşıma “Kendini Öldürmek” adlı makaleniz çıkıyor. Amerikalı Clint Eastwood, tümüyle Japonca olan ve II. Dünya Savaşı’nda Japon askerlerinin Amerikalı askerlere karşı kahramanlıklarını anlatan “Iwo Jima” adlı bir film çekmiş. Film, düşmanın da insan olduğunu anlatıyormuş. Amerika, o kadar hoşgörülüymüş ki, bu filmi Oscar’a aday göstermiş.

Bütün bunları anlatıyor ve soruyorsunuz: “Ben Kurtuluş Savaşı’nda Yunan askerlerinin kahramanlığını anlatan bir film çekebilir miyim?”

Sonra ekliyorsunuz: “Yunanlıların kahramanlıklarını anlatan, tümüyle Yunanca bir film çekip, Türk askerlerinin iki Yunan esirini nasıl acımasızca öldürdüğünü göstermeye kalksam, bunu hoşgörüyle karşılamazsınız. Böyle bir işe kalkışsam, çok büyük bir ihtimalle ‘Türk düşmanı olmakla’, ‘satılmışlıkla’, ‘hainlikle’ suçlanırım.”

Sonra yine soruyorsunuz: “Peki ama niye? Niye ben Yunanların kahramanlıklarını anlatamam?

Hiç mi kahraman, yiğit, cesur Yunan askeri yoktu o savaşta?

Hiç mi hayatını tehlikeye atan, ölümün üstüne yürüyen birileri çıkmadı Yunan ordusunda?

Bütün kahramanlıkları Türkler mi yaptı?”

(Okuduklarına inanamayanlar için makalenin tamamı adresinde)

Amerika’nın Clint Eastwood gibi sanatçıları varmış. Eastwood’un bu filmini Oscar’a aday gösteren inanılmaz bir hoşgörü varmış. Amerikan toplumu, bu filmin oynadığı sinemaları yakmıyor, Eastwood hakkında “Amerikalılığa hakaretten” dava açılması için gösteriler düzenlemiyor, onu “ölümle” tehdit etmiyormuş. Kongre’de “bu adam bizi sırtımızdan bıçaklıyor” diye bağıran politikacıları yokmuş.

İşte Amerika tüm dünyada en gelişmiş ülkelerden biri kabul edilmesini politikacılarına, liderlerine, askerlerine, ordusuna, silahlarına değil, bütün bu hoşgörülü insanlara borçluymuş.

Bu muhteşem yorumla birlikte bizlere soruyorsunuz:

“Böyle bir film çekersem, beni över ve ödüllere aday gösterir misiniz?”
. . . . . . . . . .

Valla Ahmet Altan, Altın Portakal’ı bilmem ama böyle bir film ile Nobel’i garantilersiniz.

Ya da bakın, aklıma ne geldi? Bence siz, Girit adasındaki Yunan ayaklanmalarının bastırılması sırasında Türklerin gösterdikleri kahramanlıkları anlatan, tamamı Türkçe bir film yapıp, bunu Yunan sinemalarında gösterime sokun. Bakalım size ne ödül verecekler?
. . . . . . . . . . .

Yine değinmeden geçemeyeceğim. Aynı makalede diyorsunuz ki;
“Amerikalı bir sanatçı yaptığı filmde ‘düşmanı’ ‘insana’ dönüştürüyor. Biz düşmanımızı ‘insan’ olarak anlatabilir miyiz?”

İşte size bir öneri daha. Gördüğüm kadarı ile sizin dışarıda düşmanınız olmadığı için zorunlu olarak örneği içeriden vereceğim. Mesela bu aralar en uyuz olduğunuz kim var? Ergenekon Çetesi olarak adlandırdığınız insanlar, değil mi? Kendimi bildim bileli siz hangi kurumdan haz etmezsiniz? Türk Silahlı Kuvvetleri değil mi? Bunlar da sizin kendinize düşman belledikleriniz olduğuna göre, hadi anlayın düşmanınızı, insan olarak görün, sevin onları, sevmeyenlere de sevdirin. Ülkenin bir aydını olarak öncü olduğunuzu gösterin. Ne kaybedersiniz?

x x x

Artık gözlerimi korka korka kapatıyorum. Kıbrıs’tayım… Tarih 24 Aralık 1963…

Silah sesleri duyuluyor…

Tüfek dipçikleri ile kilitli kapılar kırılıyor… İnsanlar sokaklara sürükleniyor…

70 yaşında bir Türk, kırılan ön kapısının sesiyle uyanıyor…

Sendeleyerek yatak odasından çıktığında, bir sürü silahlı gençle karşılaşıyor…

“Çocuğun var mı?” diye soruyorlar…

Şaşkın bir biçimde “Evet” diyor…

“Dışarı gönder” diye emrediyorlar…

19 ve 17 yaşlarında iki oğlu ve 10 yaşındaki kız torunu aceleyle giyinip, silahlı adamların peşinden dışarı çıkıyorlar…

Çiftlik duvarının dibine dizildikten sonra, silahlı adamlar tarafından makineli tüfek ateşiyle öldürülüyorlar…

Başka bir evde, 13 yaşında bir erkek çocuğunun ellerini dizlerinin arkasında bağlayıp, yere yıkıyorlar…

Ardından tekmeleyip, ırzına geçiyorlar…Sonra da tabancayla başının arkasından vuruyorlar…

Tüm bunları ben değil, H. Scott Gibbons, Peace Without Honour adlı kitabında anlatıyor. Haliyle merak ediyorum, Ahmet Altan bu konuda ne diyor?

Bunun yanıtını “Türklerin Tek Sorunu Var” adlı makalenizde buluyoruz.

Bülent Karakaş seçimi..

Kaynak:


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir