Devlete Başkaldıranı Sürmek Dinen de Caizdir!

Yaşar Büyükanıt - İlker Başbuğ

Taş Fırın Başbakanı Erdoğan

Başbakan Erdoğan, terörist başı Öcalan’a işkence yapıldığı iddiasıyla gösteri yapan gruba karşı pompalı tüfekle havaya ateş açan vatandaş için ne diyordu?

“… Sabır dedik. Fakat bu sabır nereye kadar. Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, vatandaşın hayatına kastederseniz, hayatına kastettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle imkânı varsa kendisini savunma yoluna gidecektir”(1).

Hakkari’de yapmış olduğu konuşmada ise şöyle diyordu Erdoğan:

“Biz ne dedik? Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı çıkanın Türkiye’de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin”(2).

Geçtiğimiz Salı günü yapılan grup toplantısındaki sözleri ise şöyle Erdoğan’ın;

“…’Ya sev ya terk et’ ifadesini kullanmadım. Bu ifadenin patenti MHP’ye aittir. Bu ifadenin karşısında olan biriyim. Söylediğim şu; Biz bu ülkede Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Gürcüsüyle, Abhazasıyla, Boşnağı ile biriz, beraberiz. Hiçbir etnik unsur, bir diğer etnik unsura üstünlük mücadelesi vermemelidir, veremez. Bizim bir üst kimliğimiz var. Bu üst kimlik de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır. Biz yola çıkarken bir şey söyledik. Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı olanlar var mı? Kimse, ‘Hayır, tek millet değil’ veya ‘Tek bayrak kabul etmiyoruz’, bunu diyebilir mi? Bunu beğenmiyorsa, o zaman buyursun beğendiği yere gitsin. Dediğim budur.”(3)

Şu sözler de Başbakan’a ait sözler ve yine geçtiğimiz Salı Günü yapılan grup toplantısında söylenmiştir:

“… Sen tek bayrak mı diyorsun arkadaş, etnik ayrımcılık mı istemiyorsun, buyur gel. ABD’de Obama var, tebrik ediyoruz. Yıllarca ABD’de siyah-beyaz mücadelesi oldu. Zencilere karşı büyük ayrımcılık yapıldı. Ama olimpiyatlarda birincilikleri aldıkları zaman, zafer turu atarken, onlar gururla ABD bayrağını omuzlarına alıp öyle turu attılar, sen atabiliyor musun Türk bayrağıyla turları?”(4).

Şu sözler ise bir AKP milletvekiline, AKP Yozgat Milletvekili Abdülkadir Akgül’e aittir:

“Ben vurmaktan hoşlanan bir adam değilim, ama devletim ve milletime karşı gelenleri elbette vurmaktan hoşlanacağım. İnsan olanlar var, insanlık suçu işleyenler var. ‘Dur-vur’ yasasına göre, devlete karşı suç işleyenler varsa elbette vurulacaktır. Türkiye’de adalet herkese fazlasıyla uygulanıyor zaten”(5).

Başbakan Erdoğan’ın ve partili bir milletvekilinin söylemiş olduğu sözlere bakınca, insanın, bu sözleri, vaktiyle Türkiye mozaiğinden dem vuran ve Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı Üst Kimliği gibi hilkat garibesi bir üst kimlik anlayışı geliştiren bir partiyi temsilen söylenmiş olabileceğine ihtimal dahi veresi gelmiyor. Ancak heyhat, görülen köy de böyle ve bu köyü görmek için kılavuza ihtiyaç yoktur. AKP’deki bu tavır değişikliğinin ise Genel Kurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un, Aktütün saldırısından sonra yapmış olduğu “Herkes doğru yerde bulunsun ve bulunduğu noktaya iyi baksın” şeklindeki açıklamasından sonra gelmesi oldukça ilginçtir. Zira İlker Başbuğ’un Avrupa Yakası’nın Dilber Hala’sı misali ortaya koyduğu lafı, herkes beğenmeyip kaçarken, Sayın Başbakan beğenip aldı ve “Biz doğru yerdeyiz” şeklinde bir açıklama yapma gereği duydu. Ondan sonra da üslubunu ve söylemlerini bir hayli değiştirmeye, sertleştirmeye ve dahi millileştirmeye başladı Başbakan. Açık söylemek gerekirse; iyiden iyiye taş fırın başbakan olmaya başladı Tayyip bey.

Başbakan’ın üslubundaki ve tavrındaki bu değişiklik, dinler arası diyalog, kültürler arası ilişki ve medeniyetler ittifakı ninnileri eşliğinde sallanan beşiklerde uyuyan bazı kadim dostlarını rahatsız etmiş olmalı ki; hep bir ağızdan ve Fehmi Koru’nun yönetmiş olduğu koro halinde Başbakan’ı Bush’laşmakla suçlamaya başladılar…

Ülkücü AKP Milli Görüşçü MHP!

Başbakan Erdoğan’ın ve AKP’li bazı vekillerin örneği yukarıda bulunan söylemlerine bakan bir insanın, bu söylemleri Milli Görüşçü AKP’ye değil, Ülkücü görüşe mensup MHP’ye yakıştırması çok daha muhtemeldir. Oysa her ne kadar Başbakan Erdoğan “…’Ya sev, ya terk et’ ifadesinin patenti MEHAPE’ye aittir” dese de, MHP’liler ve ülkücüler, bu tür söylemleri terk edeli tam çeyrek asır oldu.

MEHAPE’lilerin, 1970’li yılarda “Komünistler Moskova’ya” diyerek toplumun önemli bir kesimini yurtdışına gitmeye teşvik ettikleri doğrudur! Ancak şimdilerde onlar, vatanını sevmeyenlere, kendilerine yeni vatan aramayı tavsiye etmek yerine, “onlara vatanlarını sevmeyi öğretmek devletin görevidir” diyorlar. Nasıl sevdireceklerse! Bunlardan birisi de MHP Manisa Milletvekili Erkan Akçay olmalıdır. Diyor ki Erkan Akçay; “Bu sloganı reddediyoruz. Vatanını sevmeyen yok mu? Var elbette. Ama onlara vatanımızı sevdirmek de, teröristi cezalandırmak da devletin görevi”(6).

Erkan Akçay’ın sözleri partisini bağlar mı bilinmez. Ancak bu sözler büyük ölçüde siyaseten söylenmiş sözlerdir. Üstelik de son derece yanlıştır. Siyaseten söylenmiştir; çünkü MHP, büyük ölçüde AKP’li Nihat Ergün tarafından itham edilecek şekilde siyaset yapmaktadır. Diyarbakır, Van, Batman, Hakkari, Mardin, Siirt, Şırnak, bir tarafa, Urfa’ya, Malatya’ya, Elazığ’a, Erzincan’a, Muş’a, Bitlis’e ve Bingöl’e gitmeden sadece Ankara’da oturarak insanlara vatanlarını sevdiremezsiniz. Bunları bile bile “vatanımızı sevdirmek de, teröristi cezalandırmak da devletin görevi ” demek birer lafı güzaftır. Açıkçası “söz ola beri gele” türünden söylenmiş sözlerdir. Konuya ilişkin haberden öğrendiğimiz kadarıyla; üzerinde Apo’nun avukatı titrini de taşıyan DTP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan’a şirin görünme gayretinden başka bir şey değildir. Oysa Erkan Akçay, o tartışmada DTP’li Hasip Kaplan’a değil, hiç olmazsa Yozgatlı şehitlerin hatırı için AKP Yozgat Milletvekili Abdülkadir Akgül’e destek vermeliydi.

Erkan Akçay’ın sözlerine “üstelik yanlıştır” diyoruz, çünkü burada söz konusu olan, yani sevdirilmesi gereken şey Sayın Akçay’ın dediği gibi “vatan” değil, millet, devlet ve bayraktır. Zira adamlar, vatanlarını o derece seviyor olmalılar ki; “Vatanımızı ve kaynaklarımızı bize bırakın, biz yönetelim” diyorlar! Açıkça özerklik ve muhtariyet istiyorlar! Milletlerini sevmiyorlar, çünkü Türk Milleti’nden olmayı kabul etmiyorlar, “Biz Türk değiliz” diyorlar. “Türkiye Cumhuriyeti, tek bir milletten ibaret değildir, muhtelif milletlerdendir” diyerek ulus devlete karşı çıkıyorlar. Devleti ve bayrağı sevmiyorlar, çünkü bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devletini temsil eden bayrağı yakıyorlar, taşlıyorlar, üzerine basıyorlar ve kendilerine has bazı remizler kullanıyorlar.

Bu bilgiler ışığında AKP’nin mi ülkücü, MHP’nin mi Milli Görüşçü olduğuna vallahi ben karar veremedim! Siz verebildiniz mi? Lütfen doğru söyleyin; “Ne mozaiği ulan” diyerek, ulus devleti dinamitlemeye çalışanlara çıkışan Başbuğ Türkeş’in mirasına “Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı çıkanın Türkiye’de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin ” diyenler mi daha çok sahip çıkmış oluyor, yoksa “Ya sev ya terk et” şeklinde dile getirilen slogana “Bu sloganı reddediyoruz. Vatanını sevmeyen yok mu? Var elbette. Ama onlara vatanımızı sevdirmek de, teröristi cezalandırmak da devletin görevi” diyenler mi daha çok sahip çıkıyorlar? Bana göre; kesinlikle birinci gruptakiler daha çok sahip çıkmış oluyorlar. Ah keşke bir de takıyye yapmayıp sözlerinin arkasında durmayı becerebilselerdi…

Düzene Başkaldıranları Vatandan Sürmek Caizdir!

DTP ve benzeri ayrılıkçı grupların, tek dil, tek millet, tek devlet, tek vatan ve tek bayrak gibi ilkelere ve ortak bağlara karşı çıktıkları artık bilinen bir gerçektir. Bu takdirde, bu ayrılıkçı gruplar ile Türkler arasında tek ortak bağ kalıyor o da din. Yani İslamiyet. O zaman İslam tarihinden birkaç örnek vererek bu ayrılıkçı gruplara başlarına gelecek muhtemel sonuçları göstermeye çalışalım. Madem bu adamlar, en azından görünüşe göre; İslam’a ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed’e son derece bağlılar, o zaman O’nun uygulamalarını reddedecek değiller ya!

Bilindiği gibi Mekke bir şehir (site) devleti idi. Ticaret merkeziydi ve bazı aristokrat aileler tarafından yönetiliyordu. Bazı küçük dini gruplar var idiyse de çoğunluk puta tapıyorlardı. Yani Mekke’de yaygın din, putperestlik idi. Birçok putları vardı Mekkelilerin. Bu yönüyle, Mekkeliler, çok tanrılı bir dine inanıyorlardı demek fazla yanlış olmaz.

610 yılında tek tanrılı bir din olan İslamiyet gelince; Mekkelilerin kurulu düzeni kökünden sarsıldı. Zira Hz. Peygamber tek tanrılı bir din olan İslam’ın hükümlerini tebliğ etmeye başlayınca, Mekkelilerin çok tanrılı dinlerinin ne kadar çürük ve geçersiz olduğu ortaya çıktı. Ancak, Mekke’deki siyasi, askeri, iktisadi ve içtimai dengeler, çok tanrılı din üzerine kurulmuştu ve İslamiyet’le birlikte bu dengelerin alt üst olması tehlikesi belirdi. Hz. Peygamber, bir anlamda kurulu düzene başkaldırmıştı. O, Mekkeliler için artık bir devrimciydi! Çünkü onların gözünde kurulu düzeni devirmeye çalışıyordu. Bu şekilde Mekkeli müşrikler açısından kurulu düzene başkaldıran bir bozguncu durumuna düşürülen Hz. Peygamber, sonunda Mekke’yi terke zorlandı ve Mekke’yi terk ederek Medine’ye gitmek zorunda kaldı. Yani bir anlamda Mekke’den sınır dışı edildi. Vatanını terk etmek zorunda kaldı. Mekkeli Müşrikler açısından Hz. Peygamber, devletini, milletini, vatanını ve bayrağını sevmeyen bir kişi idi, onun için de bir şekilde susturulmalıydı.

Dolayısıyla Hz. Peygamber, Mekke’deki mütegallibe tarafından vatanını terke zorlandı ve vatanını terk etmek zorunda kaldı. Mütegallibenin baskıları üzerine “Mekke benim anavatanım, baba ocağım. Atalarım en az 2500 yıldır burada yaşamaktadır”(7) deme fırsatı bile bulamadan vatanını terk etmek zorunda kaldı. Hem de saklanarak, gizlenerek ve dahi kaçarak!(8).

Hz. Peygamber Medine’ye varınca, ilk işi oradaki 3 Yahudi Kabilesi(9) ile siyasi bir anlaşma yapmak oldu. “Medine Vesikası” olarak tarihe geçen bu anlaşmanın en önemli iki maddesi şöyledir: Dış saldırılara karşı Medine ortaklaşa savunulacak, taraflar dinlerinde ve hukuklarında özgür olacak…

Bu anlaşmadan ayrı olarak; Hz. Peygamber sırf Medineli Yahudilerin gönlünü kazanmak, onlara güven vermek ve ikili ilişkileri daha da geliştirmek için Yahudilerce kutsal sayılan Kippur Orucu’nu tutmaya başlamış, Mescid-i Haram’a ve Kâbeye doğru namaz kılmayı terk edip, Yahudilerce de kutsal sayılan Kudüs’deki Mescid’i Aksa’ya yönelerek namaz kılmaya başlamıştır(10)

İslam’ın temel ilkeleri ortada iken, Hz. Peygamber Medine’deki Yahudi ve müşriklerle neden böyle bir anlaşma yapma ihtiyacı hissetmiştir? Sorusuna verilecek yegâne cevap, ilm-i siyaset olabilir. Hz. Peygamber, Medine’deki İslam cemaati yeterli sayıya ve yeterli maddi güce erişene kadar dayatmalardan özellikle kaçınmış, karşılıklı menfaat ilkesini esas alarak hareket etmiştir.

İlk başlarda bu anlaşma hükümleri uygulanma imkânı bulmuş olsa da, kısa bir süre sonra özellikle anlaşmaya imza koymuş Yahudi kabileleri anlaşma hükümlerini ihlal etmeye başlamışlardır. Özellikle Müslümanların çok hassas oldukları bir konuda anlaşma hükümlerine uymamışlar, Müslümanların can düşmanları olan ve onları yurtlarından söküp atan Mekkeli Kureyş halkı ile Müslümanların aleyhine olmak üzere çok taraflı ilişkiler kurmuşlar, Müslümanlar aleyhine casusluk faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Medine’nin savunulmasında Müslümanları yalnız bırakmışlar, hatta el altından işgalci Kureyş güçlerine yardım bile etmişlerdir. Bunu gören ve Müslümanların iyice güçlendiğine inanan Hz. Peygamber, öncelikle ferdî bir kararla uygulamaya koyduğu uygulamalara son vermiş, sonra da bu kez İlahi emirle de desteklenerek (Bakara, 2/144) kıbleyi değiştirmiştir. Daha sonra da teker teker bu üç Yahudi kabilesinin üzerine askeri kuvvet göndermiş ve onları yenerek vatanlarından söküp atmıştır. Hatta bununla yetinmemiş, Medine’yi terk edip Hayber’e yerleşen Nadir Oğulları kabilesinin üzerine tekrar asker gönderip onları, Medineli Müslümanlara zarar veremeyecek biçimde oradan da kovup çıkarmıştır(11).

Hz. Muhammed’in üzerine asker sevk ettiği kabilelerden hiç birisi karşısına dikilip, “Ya Muhammed, sen hakla bizi yurdumuzdan, yuvamızdan kovuyorsun. Medine bizim en az 1200 yıllık yurdumuz. Sen ise daha dün Mekke’den gelip buraya yerleştin…”(12) diyememişlerdir. Tıpkı 632 yılında gerçekleşen Mekke Fethi’nde Mekkeli müşriklerin “Ya Muhammed, sen bizim atalarımızın binlerce yıllık dinlerine ve tanrılarına karşı geliyorsun. Bize kendi dinini dayatıyorsun ve bizi binlerce yıllık vatanımız olan Mekke’yi terke zorluyorsun” diyemedikleri gibi.

Çünkü onlar da biliyorlardı ki; devletin dirliği ve düzeni mevcut otoriteye boyun eğmekten, seçiyordu. Onlar da biliyordu ki; âdil ve hakkaniyet kurallarına uyduğu müddetçe devlet otoritesine boyun eğmek (İslami tabirle ulul emr’e itaat) şart idi…

Kim ne derse desin ve nasıl yorumlarsa yorumlasın; şimdi ben, DTP’li ve Pkk’lılara bakarken tam da Medineli Yahudileri görüyorum. Bana kalırsa bu gruplar da bu durumu görseler iyi ederler. Zira her Allah’ın günü, devlete söverek, millete zarar vererek, bayrağı taşlayarak, vatana ihanet ederek ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en hassas olduğu bir konuda, Kuzey Irak’taki peşmergelerle aşna fişne ederek bir arada yaşamak mümkün müdür? Ve bu durum, nereye ve ne zamana kadar sürecektir? Bana göre; şu anda Mesut Barzani’nin, Mekkeli Müşriklerin lideri Ebû Süfyan’dan hiçbir farkı yoktur. Onunla dirsek teması olan yerli işbirlikçiler de herhalde Beni Kurayza, Beni Nadir ve Beni Kaynuka Yahudileri ile eş değerdedir. Ahmet Türk şunu bilmelidir ki; bu tavırları devam ettiği sürece; bir gün gelecek, “Kimi kimin vatanından kovuyorsunuz?” şeklindeki diklenmeleri ve efelenmeleri, inanın kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir! Ve ben, bu gidişle çok da uzak görmediğim o günün, hiçbir zaman gelmemesini dileyen, bunun için de Allah’a dua edip, niyazda bulunanlardanım…

14.11.2008
Ömer Sağlam

Dipnotlar:

1- internet adresinde bulunan 13.11.2008 tarihli ve “AKP’li Vekilden Şok eden Sözler” ana başlıklı haber.

2- Aynı haber.

3-http://www.milliyet.com.tr internet sitesinde bulunan 12.11.2008 tarihli “Erdoğan: ‘Ya sev ya terk et’ MHP’nin” başlıklı haber.

4-

5- Bkz. 1 nolu dipnotta zikredilen haber.

6- Aynı haber.

7- Hz. Muhammed (s.a.s)’in, Hz. İbrahim’e dayandığı söylenir. Yaygın rivayete göre Hz. Peygamber’in soyu, Hz. İbrahim’in Hacer isimli bir kadınla yapmış olduğu evlilikten doğan oğlu Hz. İsmail’in soyundan gelmektedir. Yine yaygın görüşe göre Hz. İbrahim İ.Ö. 19. yüzyılda yaşamış ve Kâbeyi’de ilk olarak o devirde yaparak Hz. Hacer’i ve oğlu Hz. İsmail’i Mekke’de bırakmak zorunda kalmıştır. Daha sonra Hz. İsmail, Yemen tarafından Mekke’ye gelip yerleşen Cürhümlü bir Arap kızıyla evlenmiş, Arapçayı da yine Mekke’de öğrenmiştir. Tarihçilere göre; Hz. İsmail, Mekke’ye gelinceye kadar İbranice veya Süryanice konuşan bir İbrani idi. Dolayısıyla; eğer bu görüş doğruysa, M.S. 622 yılında Medine’ye göç eden Hz. Muhammed’in atalarının, en az 2500 yıldır Mekke’de yaşamakta olduğu kabul edilmelidir.

8-İslam tarihçileri ve ilahiyatçılar, her ne kadar Hz. Peygamber’e “Kaçma” sıfatını uygun görmezlerse de, O’nun Mekke’den Medine’ye gidişi kaçma şeklinde olmuştur. Çünkü ilk başta O’nun bu hareketinde ölüm tehlikesinden uzaklaşmak vardır. Arkadaşı Ebu Bekir ile Sevr mağarasında saklanmış, direk kuzeye gitme yerine önce batıya, Kızıldeniz’e doğru giderek yolunu kaybettirmiş, yatağına ise çocuk yaştaki Hz. Ali’yi bırakmıştır. Bütün bunlardan maksat, müşrikleri yanıltmak, peşinden gelenlerden kurtulmak ve uzaklaşmak için zaman kazanmaktır. Bu durum, Türkçemizde Hicret olarak değil, daha çok kaçmak fiiliyle açıklanabilir. Ancak, Hz. Peygamber’in bir amacı da Medine’de İslam’ı daha rahat ve güvenli bir ortamda yaymak olduğundan, O’nun hareketine elbette Hicret demek de uygun düşer. Keşke taraftarları, Fethullah Hoca’nın ABD’ye gidişini “Hicret” olarak tarif edip bu kavramı dejenere etmeselerdi.

9- Bu kabileler Kurayza Oğulları, Nadir Oğulları ve Kaynuka Oğulları kabileleridir.

10- İslam âlimleri kıblenin önce Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya, sonra da Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a çevrilmesinin ilahi emirle olduğunu söylüyorlarsa da Kur’an’da sadece Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a çevrilmesi konusunda ayet vardır(Bakara 2/144). Buradan da anlaşılıyor ki; Medine’ye hicret edildikten sonra Kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya çevrilmesi, tamamen Hz. Peygamber’in tasarrufu ile olmuştur. Batılı müsteşrikler de bu görüştedirler(örn. Bkz. Bernard Lewis, Tarihte Araplar, s. 60-61, Çev. Hakkı Dursun Yıldız, Anka Yayınları, İst. 2001).

11- Bütün bu savaşlarda Hz. Muhammed (s.a.s)’in İslam Ordusu’nu bizzat sevk ve idare ettiği bilinmektedir.

12- Bazı görüşlere göre Medine Yahudileri, Hz. Musa devrinden beri oradaydılar. Umum tarihçilere göre; Hz. Musa İ.Ö. 12. yüzyılda yaşamıştır. Bu durumda Medine Yahudileri, en az 1800 yıldır Medine’de idiler. Ancak çok daha kabul edilebilir bir görüşe göre Medine Yahudileri İ.Ö. 586 yılında, Bâbil Kralı Buhtunnas’ın Kudüs’ü işgal edip Süleyman Mabedi’ni yıkmasından sonra Filistin’den gelip Medine ve civar yerlere yerleşmişlerdir. Bir başka görüş de, Yahudilerin M.S.70’li yıllarda gerçekleşen Roma işgalinden sonra Filistin’i terk edip bu bölgeye geldikleri yönündedir(Ayrıntılı bilgi için bkz. TDV. İslam Ansiklopedisi, c.28, s. 306, Ankara, 2003, Büyük Larousse, c. 11, s. 5533, c.16, s. 8392, Milliyet Yayınları).


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir