30 AGUSTOS ZAFER BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN

Atatürk Diyor ki; - turkiye cumhuriyeti bayrak

Atatürk Diyor ki;

 

 

 

 

 

 

Saygıdeğer Beyler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesini ve ondan sonra düşman ordusunu tümüyle yok ya da tutsak eden ve kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekatımızı açıklayıcı ve niteleyici söz söylemeyi gereksiz sayarım. Her evresiyle düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekat Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek erk ve kahramanlığını tarihe bir kez daha geçiren muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz bir anıtıdır. Bu eseri yaratan bir ulusun evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluğum sonsuzdur. 

Taarruz Kararı

 

Gerçekte ordumuz ihtiyaçlarını ve eksiklerini tamamlamak üzere bulunuyordu. Ben, daha Haziran ortalarında taarruza karar vermiştim. Bu kararımı yalnız Cephe Komutanı ile Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı biliyorlardı. Bildirdiğim tarihlerde bir geziyi vesile ederek İzmit-Adapazarı yönüne hareket ettiğim zaman, Ankara’da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri’yle görüştükten sonra, o zaman Milli Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa Hazretleri’ni Sarıköy istasyonuna dek birlikte götürerek, oraya davet ettiğim Cephe Komutanı İsmet Paşa Hazretleri’yle birlikte taarruz için gerekli hazırlıkların hızla tamamlanmasıyla ilgili kararlar aldık.

 

Beyler, artık Büyük Taarruz’dan söz açma sırası geldi. Bilirsiniz ki Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra, düşman ordusu büyük ve güçlü bir grupla Afyonkarahisar-Dumlupınar arasında bulunuyordu. Bir başka güçlü grubuyla da Eskişehir bölgesindeydi. Bu iki grup arasında yedek güçleri vardı. Sağ kanadını, Menderes dolaylarında bulundurduğu güçlerle, sol kanadını da İznik Gölü’nün kuzey ve güneyindeki güçleriyle koruyordu. Denilebilir ki düşman cephesi, Marmara’dan Menderes’e dek uzanıyordu. Düşman ordusunun örgütü, üç kolordu ve bazı bağımsız birliklerin mevcudu da üç tümeni bulmaktaydı. Biz, Batı Cephesi’ndeki güçlerimizi iki ordu durumunda örgütlemiş ve düzenlemiştik. Bundan başka, doğrudan doğruya cepheye bağlı örgütümüz de vardı. Bizim bütün birliklerimiz on sekiz tümendi. Bundan başka üç tümenli bir süvari kolordumuz ve daha zayıf mevcutlu iki süvari tümenimiz vardı. Örgütü birbirinden farklı olan iki düşman ordusu birbiriyle karşılaştırılırsa her iki tarafın insan ve tüfek güçleri, aşağı yukarı birbirine denk bulunuyordu. Yalnız, Yunan ordusu dünyanın özgür ve kendisini destekleyen sanayisine dayandığı için makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephane ve teknik malzeme bakımından daha üstün durumdaydı. Öte yandan bizim ordumuz süvari sayısı yönünden daha üstün bulunuyordu.

1′inci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa’nın Yarattığı Durum

Burada, sırası gelmişken bir noktayı belirtmeliyim. Ordularımızdan birinin, 2′nci Ordu’nun komutanı bugün Askeri Şûra üyelerinden olan Şevki Paşa Hazretleri’ydi. 1′inci Ordumuzun komutasını Malta’dan gelmiş olan İhsan Paşa’ya vermiştik. İhsan Paşa’nın, kendisini Divan-ı Harbe dek götüren yersiz ve yolsuz iş ve hareketlerinden dolayı, ordu komutanlığından uzaklaştırılması gerekti. Gerçekten de Ali İhsan Paşa, ordunun disiplinini ve genel yönetimini bir çıkmaza sokacak biçimde bir davranış izledi. Örneğin, ordusundaki ast komutanları, üst komutanlara itaatsizliğe yöneltecek durumlar yarattı. Sözgelimi, ambarlarının mevcudunu günlerce haber vermeyerek ve haber verdirmeyerek, genel beslenme bunalımının hüküm sürdüğü bir sırada, ansızın ambarlarının boşaldığını ve açlık tehlikesi bulunduğunu bildirdi. Ast komutanları, üstlerine karşı itaatsizliğe ve görevlerini yapmamaya kışkırtmak ve bu davranışları destekleme sistemine dahil olarak ordunun itaat ve görev duygusuyla oynayacak kadar entrikacı bir yaratılışta olduğu kanısını uyandırdı. Ali İhsan Paşa’nın bilinen, kendisine özgü niteliklerinden başlıcaları şunlardı :

En küçük kademeye kadar bütün ordusuna, önemli önemsiz her işin ve her kararın ancak kendisi tarafından verileceğini telkin ederek, bütün ordusunda yalnız kendisinin erk sahibi olduğunu sandırmak. Büyüklerinden üstün olduğunu herkese kanıtlamak kaygısında bulunmak. Gerek resmi iş gerek özel davranış bakımından büyüklerinin saygınlıklarını düşürmeye çalışmak. Savaş yönünden önlemde yerindelik ve sinirlerde sağlamlık bakımından kendisini deneme fırsatı bulunmamış olmakla birlikte, bu hususta anlaşılan kişiliği şuydu : Herhangi bir başarısızlığı mutlaka astına ya da üstüne yükleme olanağını her zaman düşünmesi. İhsan Paşa, yumuşak ve nazik davranıştan çok sert ve resmi davranışla iş yaptırmayı gerekli gösterir. Ali İhsan Paşa’nın doğa ve ahlakına ilişkin, kurmay başkanı olup istifaya mecbur kalan Yarbay Halit Bey’in (Sonradan Kastamonu Milletvekili olmuştur) Batı Cephesi Komutanlığı’na verdiği 20 Ocak 1922 tarihli resmi bir raporunun bazı bölümlerini olduğu gibi bilginize sunacağım. Halit Bey, Birinci Dünya Savaşı’nda, Irak’ta da Ali İhsan Paşa’yla birlikte bulunmuştu. Sözünü ettiğim raporda şu cümleler vardır :

Komutanım Ali İhsan Paşa’nın geldiği günden beri ast komutanların izzet-i nefsini ve görev yapma isteğini kıracak davranışlar içinde bulunması ve yapılan yazışmalardan anlaşılmış olacağı üzere Cephe Komutanlığı’na karşı astlara hissettirecek derecede makul olmayan bir haberleşme kapısı açması, benlik kokusu hissedilen düşünce yarışına girişmesi, dünyanın takdir ve hürmet ettiği cephe karargahının etkinliğini azaltmak istediğini sezdirir bir hareket tarzı izlemesi, beni ciddi olarak düşündürdü ve üzdü. Davranışlarını olabildiğince değiştirmeye çalıştım. Ancak yine büyük bir fark göremedim. Ahlakında yer etmiş benlik hastalığı, ün hırsı, alabildiğine kıskançlık ve sonsuz bir bencillik nedeniyle baş olmak istediği, davranışlarından ve ast komutanlar yanında birbirine düşürücü sözlerinden anlaşılıyordu. 11′nci Tümen Komutanı istifamı işittikten sonra, bana gizli bir konuşmada Ali İhsan Paşa’nın Malta’dayken kurtulması için Ferit Paşa’ya mektuplar yazdığını ve İngiliz sömürgeliğini kabul etmek için kendi karşısında saatlerce açıktan açığa konuşmalar ve tartışılar yaptığını söyledi. Ali İhsan Paşa’nın davranışlarına bakarak, bu sözleri dikkat çekici buldum. Astlardan gelen bazı belgeleri cepheye, cepheden geleni astlara olduğu gibi göndererek karşılıklı güven duygularını sarsmak biçimindeki davranışları da ayrıca dikkati çekmektedir. Örneğin, Şeyhelvan dağının kaybına ilişkin yazışmaların olduğu gibi 2′nci Kolordu’ya, 5′inci Kolordu’dan yazılan bazı raporların da aynen cepheye yazılması gibi. Buna karşın, söz konusu olayın sorumluluğunu 5′inci Kolordu Komutanı’na yüklemesi ve kendisinden cepheye şikayette bulunması amirlik niteliğiyle bağdaştırılamaz. Tevhid-i Efkar gazetesinde yayımlattığı anıları arasında, Ateşkes Antlaşması tarihinden bir gün önce, Musul güneyinde, Şarkat’ta tutsak olan Dicle Grubu’nun tutsaklık nedenini, yalnız, o zaman grup komutanı olan (Şimdi Doğu Cephesi’nde Tümen Komutanıymış) Yarbay İsmail Hakkı Bey’in üzerine atması da bu kişiliğinin delilidir. Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22′nci alaylar ile avcı alayından oluşmuştur. Bunlardan başka ayrıca 5′ inci Tümen’den 13 ve 14′üncü alaylar da parça parça tutsak verildi. Ateşkes Antlaşması’ndan bir gün önce 13.000 kişinin tutsak verilmesi, 50 kadar topun kaybı, gerçekte kendisinin koşullara ve duruma uygun olmayarak verdiği bir buyruk yüzündendir. İşte bu durum Musul ilinin yitirilmesine yol açtı. Oysa Ateşkes Antlaşması yapılacağı bilinmekteydi. Gruba, Keyare mevzisine çekilmek için talimat verilseydi, İngilizler grubu tutsak değil mağlup bile edemezlerdi. Bu gruba 5′inci Tümen de katılabilirdi. Ateşkes Antlaşması yapıldığı zaman, tutsak olan sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı. Ancak sefil bir düşünce, mantığa üstün gelmiştir. Anılarında, Dicle boyundaki bütün başarıların ve Townshend’in esir alınması onuru, kendisine ait gösterilmiştir. Her başarıyı kendisine aitmiş gibi gösteren yayınlar yaptırmaktan amacı, kamuoyunu aldatarak ün ve mevki kazanmaktır. Ünlü adamların anılarını yayınlamak, ulusta övünme duygularını sürekli kılar ve gereklidir de. Ancak, tarihin sorumlu tutacağı kimselerin hareketlerini övünülecek şeyler arasında saymak tarihi lekeler ve gelecek kuşakları yanlış düşüncelere sürükler. General Marshall’ın, “Yarın öğlene dek Musul’u terk ediniz, tersi durumda savaş tutsağısınız.” buyruğunu aldığı zaman, o büyüklük taslayan Paşa Hazretleri Sincar çölünü geçerek Nusaybin’e gitmek için General Marshall’dan resmi bir yazıyla kendini koruyacak iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda Aşir Bey’le (şimdiki Milli Savunma Bakanı Müsteşar Yardımcısı Aşir Paşa’dır) beni Musul’da bırakarak Nusaybin’e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi yetkesini de kırdı. Bu durumu görenlerin vicdanı sızladı. Zaho yoluyla, korumasız gidebilirdi ya da süvari alarak çölden geçebilirdi. Halep’te İngiliz Generalinden kendisi için özel tren istedi ve yolda hakarete uğramaması için trene koruma yerleştirilmesini istemeyi de unutmadı. Gerektiğinde yaşamının ve rahatının korunması için ulusal onuru unutan Paşa Hazretleri’nin ahlakına örnek olmak üzere yukarıdaki olayları dile getirdim. Eski komutanıma hoş görünmedim. Çünkü hırsına hizmet etmedim ve dalkavukluğunu yapmadım. Ulus, Ulusal Ordu’yu oluşturan ve zaferler kazanan büyük komutanlar gibi asil ruhlu, iyi niyetli kılavuzlara, komutanlara muhtaçtır. Orduda birlik ve uyumun bozulmasına, görev aşkının zayıflamasına çalışanlar, dahi de olsalar zararlı birer kişidirler. Ben, çekilen emekleri bildiğim, girişilen kutsal mücadelede başarıya ulaşmayı istediğim için, kötü niyetli olmadığıma ve çıkar gözetmediğime namusum ve mukaddesatım üzerine yemin ederek bunları anlatmaya cüret ettim. İran’da, Kafkasya’da uzun süre yaverliğini yapan (şimdi Birinci Ordu harekat şube müdürü) Binbaşı Cemil Bey son günlerde bana, ” İyi ki Ali İhsan Paşa , Ulusal Mücadele’nin başlangıcında Anadolu’da bulunmadı. Malta’da bulunduğu iyi oldu. Tersi durumda, hiç kuşku yok ki, aykırı bir yol tutardı.” dedi. Paşa’nın nasıl bir insan olduğunu çok iyi bilen Cemil Bey pek doğru söylemiştir. Ulu Tanrı’dan kış uykusuna yatmış yılana güneş göstermesin dileğinde bulunurum.

Okumaya devam et  19 Mayıs 1919 Türkiye Cumhuriyeti’nin Temelinin Atıldığı Tarihtir

Beyler, Ali İhsan Paşa, Meclis’teki muhalifler grup ileri gelenleriyle de bağlantı ve haberleşmelerde bulunuyordu. Kendisinin komutanlığına son verilerek hakkında yasal işleme devam edilmek üzere Milli Savunma Bakanlığı buyruğuna verilmesini onayladığım 18 Haziran 1922 gününün ertesinde, yani 19 Haziran tarihinde, o zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı bulunan Rauf Bey’den, makine başında, İhsan Paşa’yla ilgisini gösterir bir şifreli telgraf almıştım. Yeri gelince bilginize sunmuştum. O günlerde Adapazarı, İzmit dolaylarında gezide bulunuyordum. Rauf Bey telgrafında diyordu ki, “1′inci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa’nın görevden alınarak Divan-ı Harbe verilmek üzere Konya’ya gönderildiğine dair Meclis çevrelerinde dedikodulara yol açan bir söylenti vardır.”

Beyler, bir komutanın görevden alınması, göreve atanması ya da askeri mahkemeye verilmesi işleminin üzerinden bir gün bile geçmeden, Meclis’çe dedikodu olabilecek bir söylenti durumuna gelmesi ve Meclis İkinci Başkanı’nın bu olayla, benden açıklama isteyecek kadar yakından, ilgilenmesi dikkat çekici değil midir? Rauf Bey’e tarafımdan gereken yanıt verildi. 1′inci Ordu Komutanlığı bir süre vekillikle yönetildi. Ancak birinin asıl olarak atanması gerekiyordu. Moskova Büyükelçiliği’nden dönmüş olan Fuat Paşa’nın 1′inci Ordu Komutanlığı’nı kabul edip etmeyeceği konusunda düşüncesini almak istedim. Anladım ki, cephe komutanlığı yapmış olduğundan, cephe komutanının buyruğuna girmek istemiyor. Milli Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa aracılığıyla 1′inci Ordu Komutanlığı’nı, Refet Paşa’ya önerdim. Kabul etmemiş. Sonunda, o tarihlerde kayıtsız şartsız cephe buyruğuna girerek görev yapacağını söyleyen ve açıkta bulunan Nurettin Paşa’yı 1′inci Ordu Komutanlığı’na getirdik.

Taarruz Planımızın Ana Çizgileri

Beyler, düşman ordusunun cephe ve örgüt durumuyla ona karşı Batı Cephesi’ndeki güçlerimizin esas olarak iki ordu olarak kurulup düzenlenmiş olduğunu söylemiştim. Öteden beri tasarlamış olduğumuz taarruz planımızın ana çizgilerini de arz edeyim :

Düşündüğümüz, ordularımızın ana güçlerini düşman cephesinin bir kanadında ve olabildiğince dış kanadında toplayarak bir yok etme meydan muharebesi vermekti. Bunun için elverişli bulduğumuz durum, ana güçlerimizi, düşmanın Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat grubu, güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar doğrultusuna kadar olan alanlarda toplamaktı. Düşmanın en duyarlı ve önemli noktası orasıydı. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından vurmakla olanaklıydı. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, bu bakımdan gerektiği gibi bizzat incelemeler yapmışlardı. Hareket ve taarruz planımız çok önceden belirlenmişti.

Konya’ya gelmiş olan General Townshend’in isteği üzerine, kendisiyle görüşmek için, Ankara’dan hareket ederek 23 Temmuz 1922 akşamı Batı Cephesi Karargahı’nın bulunduğu Akşehir’e gittim. Savaş planı üzerinde görüşürken Genelkurmay Başkanı’nın da katılmasını uygun bulduk. Ben, 24 Temmuzda Konya’ya gittim. 27’sinde yine Akşehir’e gelmişti. 27/28 Temmuz gecesi birlikte yaptığımız görüşme sonunda, belirlenmiş plan gereğince taarruz etmek üzere, 15 Ağustosa dek bütün hazırlıkların tamamlanmasına çalışmayı kararlaştırdık.

Okumaya devam et  TARİH : 2. Dünya Savaşı’ndan Bazı Garip Olaylar

28 Temmuz 1922 günü öğleden sonra yaptırılan bir futbol maçını izlemek bahanesiyle ordu komutanları ve bazı kolordu komutanları Akşehir’e çağrıldı. 28/29 Temmuz gecesi genel olarak komutanların taarruzla ilgili görüşlerini aldım. 30 Temmuz 1922 günü Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı’yla yeniden görüşerek taarruzun biçimini ve ayrıntılarını belirledik. Ankara’dan çağırdığımız Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa da 1 Ağustos l922 öğleden sonra Eskişehir’e geldi. Ordu hazırlığının tamamlanmasında Milli Savunma Bakanlığı’na düşen işler saptandı.

Taarruza Hazırlık Buyruğu

Ordunun hazırlıklarının tamamlanmasını ve taarruzun bir an önce yapılmasını buyurduktan sonra yine Ankara’ya döndüm. Batı Cephesi Komutanı, 6 Ağustos 1922′de ordularına gizli olarak taarruza hazırlık buyruğu verdi. Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı Paşalar da Ankara’ya döndüler.

Beyler, taarruz için yeniden cepheye gitmeden önce, Ankara’da yapılması gereken bazı işler vardı. Daha taarruz buyruğu verdiğimi Bakanlar Kurulu’na da açıkça bildirmemiştim. Artık onlara resmi olarak haber verme zamanı gelmişti. Yaptığımız bir toplantıda iç ve dış durumlarla ordunun durumunu görüşüp tartıştıktan sonra, taarruz konusunda Bakanlar Kurulu’yla görüş birliğine vardık. Önemli bir konu daha vardı. Muhalifler, ordunun çürüdüğünden, kıpırdayacak durumda olmadığından, böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin sonucunun felaketten ibaret olacağı yolundaki propagandalarına alabildiğine hız vermişlerdi. Gerçi, Meclis’te bu düşünce akımının bıraktığı yankılar, zaten düşmanlardan fazlasıyla gizlemek istediğim taarruz bakımından yararlıydı. Ancak bu olumsuz propaganda en yakın ve en inanmış kimseler üzerinde bile kötü etkisini göstermeye başlamış, onlarda da kararsızlıklar uyandırmıştı. Onları da yakında yapacağım taarruz konusunda ve altı yedi gün içinde düşmanın ana güçlerini yeneceğimize olan güvenim hususunda aydınlatmayı ve yatıştırmayı gerekli buldum. Bunu da yaptıktan sonra Ankara’dan ayrıldım. Genelkurmay Başkanı benden önce 13 Ağustos 1922′de cepheye gitmişti. Ben birkaç gün sonra hareket ettim. Hareketimi belirli birkaç kişi dışında bütün Ankara’dan gizledim. Benim Ankara’dan ayrılacağımı bilenler, buradaymışım gibi davranacaklardı. Üstelik gazetelerde benim Çankaya’da çay ziyafeti verdiğimi de ilan edeceklerdi. Bunu kuşkusuz o zamanlar işitmişsinizdir. Trenle hareket etmedim. Bir gece otomobille Tuz Çölü üzerinden Konya’ya gittim. Konya’ya hareketimi telgrafla orada kimseye bildirmediğim gibi, Konya’ya varır varmaz telgrafhaneyi denetim altına aldırarak Konya’da bulunduğumun da hiçbir yere bildirilmemesini sağladım. 20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra saat 16.00′da Batı Cephesi Karargahı’nda yani Akşehir’de bulunuyordum. Kısa bir görüşmeden sonra 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana taarruz için Cephe Komutanı’na buyruk verdim.

26 Ağustos 1922 Taarruz Buyruğu

20/21 Ağustos 1922 gecesi 1′inci ve 2′nci Ordu Komutanlarını da Cephe Karargahına çağırdım. Genelkurmay Başkanı ile Cephe Komutanını da yanımda bulundurarak taarruzun nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu biçiminde açıkladıktan sonra, Cephe Komutanı’na o gün vermiş olduğum buyruğu yineledim. Komutanlar harekete geçtiler. Taarruzumuz, strateji ve aynı zamanda bir taktik baskın olarak yürütülecekti. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de güçlerin yığınak ve hazırlıklarının gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu. Bu nedenle bütün yürüyüşler gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi. Taarruz bölgesinde, yolların düzeltilmesi v.b.çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmemek için öbür bazı bölgelerde benzeri yanıltıcı hareketlerde bulunulacaktı. 24 Ağustos 1922′de karargahımızı Akşehir’den, taarruz cephesi gerisindeki Şuhut kasabasına getirttik. 25 Ağustos 1922 sabahı da Şuhut’tan savaşı yönettiğimiz Kocatepe’nin güneybatısındaki çadırlı ordugaha aktardık. 26 Ağustos sabahı Kocatepe’de hazır bulunuyorduk.Sabah saat 5.30′da topçu ateşimizle taarruz başladı.

Başkomutanlık Savaşı

Beyler, 26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar’ın güneyinde 50 ve doğusunda 20, 30 kilometre uzunluğundaki müstahkem cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün güçlerini, 30 Ağustosa dek Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustosta yaptığımız savaş sonunda (buna Başkomutanlık Savaşı adı verilmiştir) düşmanın ana güçlerini yok ettik ve tutsak aldık. Düşman ordusunun Başkomutanlığını yapan General Trikopis de tutsaklar arasına girdi. Demek ki tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana güçleriyle İzmir’e doğru yol alırken öbür birlikleriyle de düşmanın Eskişehir de kuzeyinde bulunan güçlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.

Ateşkes Önerisi

Beyler, Başkomutanlık Savaşı’nın sonuna dek her gün büyük başarılarla gelişen taarruzumuzu, resmi bildirilerde pek önemsiz harekattan ibaret gösteriyorduk. Amacımız, durumu olabildiğince dünyadan gizlemekti. Çünkü, düşman ordusunu tümüyle yok edeceğimizden emindik. Bunu anlayıp düşman ordusunu felaketten kurtarmak isteyeceklerin yeni girişimlerine meydan vermemeyi uygun görmüştük. Gerçekten, bizim hareketimizi sezdikleri zaman ve taarruzumuzun arkasından bize başvuranlar olmuştur. Örneğin, biz taarruza devam ettiğimiz sırada, Bakanlar Kurulu Başkanı olan Rauf Bey’den, Ateşkes konusunda İstanbul’dan haber geldiğini bildiren 4 Eylül 1922 tarihli bir telgraf almıştım. Verdiğim yanıt aynen şöyledir :

Makama özel 5.9.1922

Bakanlar Kurulu Başkanlığı Yüksek Katına,

Anadolu’daki Yunan ordusu kesin olarak yenilgiye uğratılmıştır. Yunan ordusunun artık yeniden ciddi bir direnişte bulunmasına olasılık yoktur. Anadolu için herhangi bir görüşmeye gerek kalmamıştır. Ateşkes ancak Trakya için söz konusu olabilir. Bu bakımdan Eylülün onuna dek doğrudan doğruya Yunan Hükümeti ya da İngiltere aracılığıyla hükümetimize resmen başvurulduğu takdirde, aşağıdaki koşullar ileri sürülerek yanıt verilmelidir. Bu tarihten, yani Eylülün onundan sonra yapılacak başvuruya verilecek yanıt başka türlü olabilir. Bu takdirde durum bana ayrıca bildirilmelidir :

1- Ateşkes Anlaşması tarihinden başlayarak on beş gün içinde Trakya, 1914 sınırlarına kadar kayıtsız şartsız Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin sivil memurlarına ve askeri güçlerine teslim edilmiş bulunacaktır.

2- Yunanistan’daki tutsaklarımız on beş gün içinde İzmir, Bandırma ve İzmit limanlarında bize teslim edilecektir.

3- Yunan Hükümeti, Yunan ordusunun üç buçuk yıldan beri Anadolu’da yaptığı ve yapmakta olduğu yıkımı onarmayı şimdiden taahhüt edecektir.

Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkomutan Mustafa Kemal

Ordularımız İzmir Rıhtımında İlk Verdiğim Hedefe, Akdeniz’e Ulaştılar

Doğrudan doğruya bana gönderilen bir telsiz telgrafta da İzmir’deki İtilaf Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunma yetkisinin verildiği bildirilerek, onlarla hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim yanıtta da 9 Eylül 1922′de Kemalpaşa’da görüşebileceğimizi bildirmiştim. Gerçekten de söz verdiğim gün, ben Kemalpaşa’da bulundum. Ancak görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız, İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz’e, ulaşmış bulunuyorlardı

Okumaya devam et  1912’de Yatıp 2012’de Kalksaydım

Saygıdeğer Beyler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesini ve ondan sonra düşman ordusunu tümüyle yok ya da tutsak eden ve kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekatımızı açıklayıcı ve niteleyici söz söylemeyi gereksiz sayarım. Her evresiyle düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekat Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek erk ve kahramanlığını tarihe bir kez daha geçiren muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz bir anıtıdır. Bu eseri yaratan bir ulusun evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluğum sonsuzdur.

Beyler, işte şimdi diplomasi alanına geçebiliriz. Gerçi, ordumuzun zafere ulaşacağından umutsuz oldukları için, bu konuyu daha önce diplomasi yoluyla çözüme bağlama kanı ve iddiasında olanları, dediklerini yapma hususunda biraz çokça bekletmiş oldum. Bununla birlikte, sonunda benim de diplomasi alanında ciddi olarak çaba harcadığımı görerek memnun olmaları gerekirdi. Böyle olup olmadığını göreceğiz.

Ordularımız, İzmir ve Bursa’yı geri aldıktan sonra, Trakya’yı da Yunan ordusundan kurtarmak için İstanbul ve Çanakkale doğrultusunda yürüyüşlerini sürdürürken İngilizlerin o zamanki Başbakanı bulunan Lloyd George, fiilen savaşa karar vermiş bir tavırla ve yardımcı birlikler gönderilmesi isteğiyle dominyonlara başvurmuş. Yalnız, ondan sonra olup bitenlere bakılırsa Lloyd George’un isteğinin yerine getirilmediğini kabul etmek gerekir.

İtilaf Devletlerinin 23 Eylül 1922 Tarihli Ateşkes Önerisi

Bu sıralarda, İstanbul’da Fransız Olağanüstü Komiseri bulunan General Pelle benimle görüşmek üzere İzmir’e geldi. “Yansız Bölge” diye adlandırdığı bir bölgeye, ordularımızın girmemesinin yerinde olacağını tavsiye eti. Ulusal hükümetimizin böyle bir bölge tanımadığını, Trakya’yı da kurtarmadıkça ordularımızın durdurulmasına olanak olmadığını söyledim. General Pel1e bana, Mösyö Franklin Boui1lin’in benimle görüşmek üzere gelmek istediğini bildiren, kendisine çekilmiş özel bir telgrafını gösterdi. Kendisini İzmir’de kabul edeceğimi söyledim. Mösyö Frank1in Boui1lon, bir Fransız savaş gemisiyle İzmir’e geldi. Fransız Hükümeti adına, İngiliz ve İtalyan Hükümetlerinin de uygun görmeleri üzerine, benimle görüşmeler yapmaya geldiğini söyledi. Biz Frank1in Bouillon’la görüşürken İtilaf Devletleri Dışişleri Bakanları imzasını taşıyan 23 Eylül 1922 tarihli bir nota geldi. Bu notada iki önemli nokta yer alıyordu. Bunlardan biri askeri harekatın durdurulmasıyla öbürü de Barış Konferansı’yla ilgiliydi. Biz, Rumeli’de Doğu Trakya’yı ulusal sınırlarımıza kadar tümüyle almadıkça askeri hareketten cayamazdık. Ancak, yurdumuzun bu bölgesinden düşman birlikleri çıkarıldığı takdirde böyle bir harekatı sürdürmeye kendiliğinden gerek kalmayacaktı. Bu notada, Venedik ya da başka bir kentte toplanacak olan İngiliz, Fransız, İtalyan, Japon, Romen, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ile Yunanistan’ın da çağrılacağı bir konferansa, delegelerimizi göndermeyi kabul edip etmeyeceğimiz sorulmakla birlikte, görüşmeler sırasında Boğazlardaki yansız bölgelere bizden asker gönderilmemesi koşuluyla Edirne dahil olmak üzere Meriç’e kadar Trakya’nın bize iadesiyle ilgili istemimizin olumlu karşılanacağı bildiriliyordu. Notada, boğazlardan, azınlıklardan ve Birleşmiş Milletler’e girmemizden de söz ediliyordu. Konferansın toplanmasından önce, Yunan birliklerinin, İtilaf Devletleri komutanlarının çizecekleri bir çizginin gerisine çekilmesi için, İtilaf Devletleri’nin etkinliğini kullanacağına söz verilmekte ve bu konuda görüşülmek üzere Mudanya ya da İzmit’te bir toplantı yapılması önerilmekteydi.

Mudanya Konferansı

29 Eylül 1922 tarihinde, bu notaya verdiğim kısa bir yanıtta, Mudanya Konferansı’nı kabul ettiğimi bildirdim. Ancak Meriç ırmağına dek Trakya’nın derhal bize geri verilmesini istedim. 3 Ekimde toplanmasının uygun olacağını söylediğim Mudanya Konferansı’na, Başkomutanlık adına olağanüstü yetkiyle Batı Cephesi Ordular Komutanı İsmet Paşa’yı delege atadığımı bildirdim. Bu notaya hükümetçe de 4 Ekim l922 tarihli ayrıntılı bir yanıt verildi. Bu yanıtta, konferans yeri olarak İzmir önerildi. Boğazlar meselesi dolayısıyla, Rusya, Ukrayna ve Gürcistan Cumhuriyetleri’nin de davet edilmesi istendi. Öbür konular üzerindeki görüşlerimiz de ana çizgileriyle bildirildi.

Mudanya’da, İsmet Paşa’nın başkanlığı altında, İngiliz delegesi General Harrington, Fransız delegesi General Charpy, İtalyan delegesi Genera1 Monbel1i ‘nin katıldıkları konferans toplandı. Bir hafta kadar süren tartışılı görüşmelerden sonra, 11 Ekimde, Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı. Böylece, Trakya anayurda katılmış oldu.

Beyler, zaferden sonra bizim İzmir’deki siyasal temaslarımız üzerine, Ankara’da Bakanlar Kurulu’nun daha doğrusu bazı bakanların telaşlı bir duruma girdikleri fark edildi. Askeri görevimin son bulmuş olduğunu, bundan sonraki siyasal işlerin Bakanlar Kurulu’na ait olduğunu hissettirecek biçimde, beni Ankara’ya davet ettiler. Oysa ne askeri görevim son bulmuştu ne de siyasal ve diplomatik konularla ilgilenmek ve uğraşmaktan kendimi alabilirdim. Bu bakımdan, İzmir’den ordunun başından ve başlattığım siyasal ilişkilerden uzaklaşamazdım. Bundan dolayıdır ki benimle görüşmek isteğinde bulunan ve bunda direnen hükümet üyelerinin ya da ilgili bakanların İzmir’e yanıma gelmelerini önerdim. Hükümet Başkanı Rauf Bey’le Dışişleri Bakanı Yusuf Kema1 Bey geldiler. Rauf Bey, İzmir’de bana bazı özel dileklerini de bildirdi. Örneğin, A1i Fuat Paşa ile Refet Paşa’nın, zafer dolayısıyla terfi ettirilmelerini ve kendilerine uygun birer görev verilerek memnun edilmelerini rica ettiler. Bildiğiniz üzere, muharebeden önce A1i Fuat ve Refet Paşa’ların bu harekata katılmaları için türlü yollarla girişimde bulunmuştum; ancak başaramadım. Zaferden dolayı, muharebede fiilen hizmet edip liyakat göstermiş olan komutanlar ve subaylar terfi ettirilmek ve takdir edilmek suretiyle elbette ödüllendirilmişlerdi. Askeri harekata katılmaktan kaçınan kimselerin de bizzat orada bulunanlarla birlikte ödüllendirilmeleri elbette kötü etki yapabilirdi. Kısacası, Rauf Bey’e dileklerini yerine getiremeyeceğimi söyledim. Ancak A1i Fuat Paşa, Meclis İkinci Başkanı bulunduğuna göre, mevkisi ve görevi kendisini memnun edebilecek bir düzeydeydi. Yalnız, açıkta bulunan Refet Paşa için uygun bir görev bulmaya çalışacağıma söz verdim. Kendisini İzmir’e davet etmesini söyledim. Refet Paşa, İzmir’e gelmişti ancak bu geliş tam benim Ankara’ya döndüğüm geceye rastladığı için kendisiyle orada görüşme olanağı olamadı.


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir