MEDENİYETLER ÇATIŞIRKEN YAKINLAŞAN KİLİSELER

MEDENİYETLER ÇATIŞIRKEN YAKINLAŞAN KİLİSELER / Gözde KILIÇ YAŞIN - BALKAN ARAŞTIRMALARI MASASI - 7593

MEDENİYETLER ÇATIŞIRKEN YAKINLAŞAN KİLİSELER / Gözde KILIÇ YAŞIN – BALKAN ARAŞTIRMALARI MASASI

Bir yandan yeni bir küresel ekonomik krizin yükselen tondaki alarmı, bir yandan Ortadoğu’yu alev topuna çevirmiş bitmek bilmeyen savaş, diğer yandan haritaları ve atlasları yenilemeyi gerektirecek projeler, bir başka yandan da enerji savaşları. Yani dünyanın bugünkü mevcut durumu. Aslında yüz yıl, iki yüz yıl ve çok daha önce yaşanan mücadele, çekişme, üstünlük kurma, egemenliğini yayma ve zenginleşme çabaları yerküreden hiç eksik olmadı. Bitmek bilmez pembe diziler gibi izleyiciden alınan reaksiyona uygun olarak bazen senaryoda küçük değişiklikler yapılsa da ana kurgu ve başroller değişmeden devam eden bir projedir aslında. İcracı aktörler, çekim planı ya da stüdyo değişebilir ancak belirleyici olan bütçedir, başka bir deyişle sermaye. Yönü genel anlamda sermayenin hareketiyle belirlenen her bir küreselleşme dalgasında, stratejik tasarıma uygun biçimde yeni bir akım yayıldı bütün dünyaya. Tüm yaşananlara tanıklık eden insanoğlu ve insanın olduğu her yerde var olan din ve inanç sistemi yönlendiricileriydi. Din, hem bir “öteki” yaratmada, hem de “birlik” oluşturmada; hem savaşlarda, hem de barışlarda insan üzerindeki etkisi nedeniyle tüm stratejilerin temel aracı ya da belki temel amacı oldu. Dinler mi devletlerin savaşlarını kutsadı yoksa devletler kutsal dinler için mi savaştı? Aslında ayrı birer organizma gibi din, devleti; devlet, dini egemenliğini yaymada kimi zaman araç kimi zaman amaç gibi kullandı.
Soğuk Savaş’ın sona erişi de, dünya için yeni bir düzen anlamına geliyordu. Dünya ne zaman yeni bir sürece girerek dengeleri yeni baştan kursa dinler de yeni stratejiye uygun biçimde kendi stratejilerini yeniden yapılandırıyorlar. Temelleri Soğuk Savaş döneminde atılmış kiliselerarası yakınlaşma stratejisinin son birkaç yıldır yeni bir sıçrama gerçekleştirdiğini görüyoruz. Tarihin bir tekerrür olduğu gerçeğinden hareket edince de inanç dünyasındaki radikalleşme ve geleneğe kayışla eş güdümlü biçimde hareket eden dinlerarasında yeni dengeler oluşturma arayışlarının siyasi dünyada karmaşık bir karşılığının olacağını düşünmemek mümkün değil. Şu an için elimizdeki en açık veri, “Dinler arası diyalog” terminolojisinin teolojik ayrılıkları nedeniyle iki ayrı din görünümüne bürünen Ortodoks Kilisesi ile Katolik Kilisesinin yakınlaşması anlamını taşıdığıdır. Viyana ve Avusturya Piskoposu Hillarion, Bulgar “Hıristiyanlık ve Kültür” dergisine verdiği mülakatta Ortodoks ve Katolik kiliselerinin müttefik ilan ederken “öteki”nin kimliğini de açıkladı: “Apostolik kökenleri, ayinleri, katı doğmatik öğretileri olmayan ve Hıristiyan ahlaki değerlere dayanma ihtiyacı duymayan Protestanlık.” Protestanlığı, “ılımlı Hıristiyanlık”; sekülarizmi karşı konulması gereken tehdit olarak tanımlayan Hillarion’ın mücadele için birleşik bir Ortodoks-Katolik cephesine ihtiyaç olduğunu söylemesi önemliydi ve hedefi açıklıyordu. “Ben bir birleşmeden, yönetimsel bir bütünlükten ya da teolojik öğretide buluşmadan bahsetmiyorum, ben sadece stratejik ortaklıktan bahsediyorum” sözleri ise yöntemi tarif ediyordu. Benzer sözleri, birkaç gün öncesinden Papa Benedict de New York’taki ekümenik bir toplantıda dile getirdi. Modern devlet yapısının ortaya çıkışına eşlik eden bir gelişim göstererek sekülarizmin toplum hayatına yerleşmesini de kolaylaştıran Protestanlığın “öteki” yapılmasının temel nedeninin toplum hayatında din-insan ilişkisindeki geleneksel katı tutumu hakim kılmak olduğunu düşünmek mümkün. İşte bu da din dünyasının daha da radikalleşeceğine ve “Tanrı’nın planının” yürürlüğe sokulması zamanının geldiğine inanıldığını gösteren veriler. Doğaldır ki siyasi dünyaya yansıması ancak modern-devlet yapılarının postmodern sürecin bir süredir tetiklediği şekilde bozulması ve tabiri caizse modernizm öncesinde olduğu gibi kabile tarzı devletçiklerin ortaya çıkması şeklinde olabilir.
Katolik-Ortodoks dünyasındaki “teolojik değil ama stratejik ortaklık”, başlı başına ilginç bir konudur. Gerçi burada Ortodoks dünyasını temsil eden tarafın 300 milyon Ortodoks cemaatin sadece 300 bini üzerinde yetkileri bulunan Fener-Rum Patrikhanesi olduğunu belirtmek gerekir. Ortodoks dünyasındaki ikilik siyasi destek anlamında Fener-Rum Patrikhanesi lehine, Ortodoks coğrafyası üzerindeki hakimiyet anlamında Rus Ortodoks Patrikhanesi lehine olmak üzere hala sürüyor. Moskova’nın, Vatikan ile Fener-Rum Patrikhanesi yakınlaşmasını endişe ile izlemesi de şaşırtıcı değil. Bunun anlamı Moskova Patrikhanesi’nin sadece Vatikan’ın Rusya’daki misyonerlik çalışmaları nedeniyle değil aynı zamanda Vatikan /ABD /AB – Fener-Rum Patrikhanesi işbirliğinin kendisine dönük bir çevreleme politikası olduğunu düşünmesi nedeniyle de Ortodoks-Katolik yakınlaşmasına mesafeli olacağıdır. Gerçi, Rum Patrik Barthelemeos’un Aziz Paul’ün doğumunun ikinci bin yılını kutlama etkinlikleri kapsamında 28 Haziran 2008’deki Vatikan ziyaretinin hemen bir ay öncesinde Kardinal Walter Kasper’in Moskova Patriği II.Alexis’i ziyaret ederek Papa Benedict’in diyalog mesajını ilettiğini de belirtmek gerekir. Vatikan’ın yakınlaşma girişimlerinin sonuç doğurması ise şimdilik mümkün görünmüyor. Moskova Patrikhanesi, sürece dahil olmadığı müddetçe gerçek bir birleşme söz konusu olamaz ve Fener-Rum Patrikhanesi Ekümenik yetkilerinden bahsettiği müddetçe ya da kendisine verilen destek sınırlandırılmadığı müddetçe de Moskova sürece dahil olmaz çıkarımını yapmak mümkün. Esasen Ortodoks Hıristiyan olmayan ABD’nin ve Batı Avrupa ülkelerinin AB vesilesiyle konuya müdahil olarak Fener-Rum Patrikhanesi’nin “ekümeniklik” mücadelesine destek vermeleri de bu “siyasi boyutlu ruhani çekişme”yle ilgili. Müdahillerinden ABD’nin Fener’i bir yayılma aracı olarak kullanma niyeti de ayrı bir vakıa iken nüfusları bakımından Ortodoks olan devletlerin destek bir yana “ekümeniklik” iddiasına karşı çıkıyor olması Ortodoks dünyasındaki asıl paradoksu oluşturuyor.

Okumaya devam et  Başpiskopos, minareli cami yapımına karşı çıktı

Vatikan – Fener-Rum Patrikhanesi Yakınlaşması

Vatikan ile Fener-Rum Patrikhanesi arasındaki ilk yakınlaşma Soğuk Savaş dönemine denk geliyordu. Katolik ve Ortodoks kiliselerinin 900 yıl varlığını sürdüren karşılıklı aforoz kararı 1964’te Kudüs’te iptal edilmiş, ardından 25 Temmuz 1967’de Papa 6. Paul ile Fener Patriği Athenagoras Türkiye’de bir araya gelmişti. Fener-Rum Patrikhanesi’ni ziyaret eden ikinci Papa 2. Jean Paul olur ve tarih 28 Kasım 1978’dir. İki kilise arasındaki yakınlaşmanın en önemli aşamasını ise Papa 16. Benedikt’in 30 Kasım 2006’daki ziyareti oluşturur. Papa 16. Benedikt, 30 Kasım’daki Aziz Andrew ayinine katılması iki kilise arasındaki asırlık anlaşmazlıklardan birisinin Fener-Rum Patrikhanesi lehine nihayete erdirilmesi bakımından son derece önemliydi. İki kilise açısından da tarihi bir dönüm noktasıydı. Vatikan, 325 tarihli İznik Konsili’nde belirlenen Roma, Antakya ve İskenderiye kiliselerinin dışındaki kiliselerin ekümenik olamayacağına ilişkin itikadi ilkelerinden 1600 yıl sonra vazgeçmişti. Böylece İstanbul’daki kilisenin İsa’nın ilk havarisi olan Aziz Andrew tarafından kurulduğu iddiası Vatikan tarafından örtülü biçimde ve fakat “Papa’nın yanılmazlığı” garantisi altında kabul edilmiş oldu. Halbuki 30 Kasım 2008’e dek Fener-Rum Patrikhanesi’nin Doğu Roma İmparatoru’nun ”Tek kilise, tek devlet” şiarı gereği ve siyasi gerekçelerle piskoposluktan patrikliğe yükseltildiği ve dini prosedüre uydurulmak için Aziz Andrew efsanesinin üretildiği halbuki Aziz Andrew’in 30’lu yıllarda henüz şehir olarak tesis edilmemiş olan İstanbul’dan geçtiğine dair hiçbir belgenin bulunmadığı genel geçer kuraldı.
Değişen neydi? Kökenlere bağlılık ve geleneğe sadakat konusunda kararlı davranan Vatikan’ın teolojik konularda yeni açılımlara girişmesi ve yeni dini politik ittifaklar geliştirmesi dünyanın yeni bir sürece girmekte olduğunu düşündürüyor. Dünya stratejisi değişirken kiliselerin de bu değişime uygun yeniden yapılanmaya giriştiğini söylemek mümkün. Yeniden yapılanmanın izlerini takip etmek mümkün. Vatikan, 2. Dünya Savaşı’nın bitmesi ardından kutuplaşan dünyada ABD tarafında kalmış ve kendisini Avrupa’nın ruhunu korumaya adamıştı, tıpkı ABD’nin politik stratejisini şekillendirirken tercih ettiği politik dile uygun biçimde. ABD ile ilişkilerinde yakınlaşan tek kilise Vatikan değildi. Soğuk Savaş yılları, Moskova Patrikhanesi’nin “yer altına” çekildiği, ABD ve Avrupa’daki diaspora Ortodoksların da merkezini kaybettiği yıllardı. Fener-Rum Patrikhanesi’ni güçlendiren de Soğuk Savaş yılları ve ABD desteği oldu. Hatırlanacağı üzere 1948 yılında Fener-Rum Patrikhanesi için ABD Başkanı H. Truman’ın özel uçağıyla Athenagoras Türkiye’ye getirilerek, usullere aykırı olarak önce patrik seçilmiş, sonra da iki saat içerisinde Türk vatandaşlığına geçirilmişti. Lenin’in laik ve dinden uzak Sovyet Devleti’nin din karşıtı tutumu, “ekümeniklik” iddiasındaki Fener-Rum Patrikhanesi’nin yayılma ve tanınma sürecine önemli bir katkıda bulunmuştur. Fener-Rum Patrikhanesi özellikle Stalin döneminde Moskova Patrikhanesi’nin etkisinin iyice azalmasından faydalanarak, daha önceleri Moskova Ortodoks Patrikhane’sinin şemsiyesi ve güdümünde hareket eden Batı ve Orta Avrupa’daki Ortodoks kiliselerini, Amerika ve Asya-Avustralya eksenindeki diğer kimi “kardeş” kiliseleri etkisi altına almayı başardı. Ancak yine de ABD’nin Doğu Bloku coğrafyası dışında kalmış Ortodoksları yönlendirilebilir tek bir çatı altında toplama planı tam bir başarıya ulaşmış sayılmaz. Soğuk Savaş konseptinde zaten “Yurtdışındaki Rus Ortodoks Kilisesi” mevcuttu ve diaspora Ruslarının Fener-Rum Patrikhanesi ile uzlaşmaya gitmesini gerektirecek ihtiyaç söz konusu değildi. Finlandiya, Litvanya, Letonya, Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan Ortodoks Kiliselerinin Rus Ortodoks Patrikhanesi’nin cazibe alanına dönmesi çok da uzun sürmedi. Ortodoks inancının “milli” bir karakter taşıması nedeniyle Fener-Rum Patrikhanesi’nin yetkisini kabul ettirebildiği kiliseler de dünyaya yayılmış Yunan kökenli Ortodokslarla sınırlamış oldu. Bu dönemin en büyük başarısı, Vatikan ile Fener-Rum Patrikhanesi’nin ilişkilerini yeniden düzenleme kararı alarak yakınlaşma sürecini başlatmasıydı.

Okumaya devam et  İsraili Kimler Kurdu

Ortodoks Dünyasında İkilik

Soğuk Savaş’ın bitişi dünyanın yeni baştan şekillenmesi anlamına geliyordu. Dünyadaki tüm dengelerin kırılmaya uğradığı bir ortamda Hristiyan inanç dünyasının da hızlı bir dönüşüme girmesi kaçınılmazdı. SSCB’nin dağılması ile birlikte Rusya’da spiritüellik ve kültürün yeniden yaratılması, geliştirilmesi ve Rus kimliğinin inşası açısından Ortodoksluk ve Moskova Patrikhanesi yeniden önem kazandı. Moskova Patrikhanesi’nin gücünün artması, özgürleşmesi ile paralel bir şekilde yürüdü. Ancak tek özgürleşen Moskova Patrikhanesi değildi ve bağımsızlığını kazanan Estonya ve Ukrayna da oluşturdukları “dış politika”larına uygun biçimde bağımsız birer milli kilise oluşturarak Moskova etkisinden sıyrılmış bir milli kimlik inşasına girişmek istedi. Bu gelişmeler, Ortodoks dünyasındaki ikiliğin derinleştireceğinin işaretlerini taşıyordu. Moskova Patrikhanesi, kendisine bağlı olan Ukrayna Ortodoks Kilisesinin tamamen ayrılmasına karşı çıkarak Ukrayna’nın ruhani olarak Rusya’ya bağlı kalmasını ve Ukrayna milli kimliğinin pekişmesini engellemek isterken, Fener-Rum Patrikhanesi, Ukrayna Otosefal Kilisesi(1989) ve Kiev Patrikhanesi’ne(1992) yakın duruşuyla Moskova üzerinde baskı oluşturuyor. Kiev Patrikhanesi’ni tanımamasına rağmen Fener-Rum Patrikhanesi bu yakınlaşmayı “ekümeniklik” iddiaları için kullanıyor. Nitekim siyasi hesaplaşmalar, Fener-Rum Patrikhanesi’nin diasporadaki Ukrayna kiliselerini kendisine bağlamasını sağladı. Fener Patrikhanesi’nin bu tutumu Ortodoks dünyasının parçalanmasına ve birliğin bozulmasına neden olduğu gerekçesiyle sadece Moskova’yı değil Ortodoks merkezlerin tamamını rahatsız etti.
Ortodoks coğrafyasındaki bölünmüşlüğün sürüyor olmasında diaspora Ortodokslarının paylaşımı konusundaki giderilmesi güç anlaşmazlık başat rol oynuyor. Moskova Patrikhanesi, Fener-Rum Patrikhanesi’nin Batı Avrupa, Amerika ve Avustralya’daki bütün diaspora kiliseleri üzerindeki egemenlik iddiasını açık bir dille reddediyor. Bunu da kutsal kilise kanunlarının Fener’e sadece Antalya ile Efes’ten ibaret olmak üzere Asya, Trakya ve Pontus bölgeleriyle sınırlı bir yetki alanı tanımış olmasına dayandırıyor. Fener-Rum Patrikhanesi’nin ekümeniklik talebi bir bakıma diğer patrik ve başpiskoposların yetkili olduğu coğrafya sınırlarının dışında kalan yerlerde Ortodoks Kilisesi kurma görev ve yetkisinin kendisinde bulunduğu iddiasını geçerli kılmakla ilgili. Moskova, hiçbir şekilde Fener-Rum Patrikhanesi’ne Batı Avrupa ve o tarihte henüz keşfedilmemiş olan Avusturya ve Amerika topraklarında herhangi bir yetki tanımadığının altını çizerek “Ekümeniklik” iddialarındaki tavrının değişmezliğini netleştiriyor. Kudüs Patrikhanesi, Romanya Patrikhanesi ile Polonya Metropolitliği de diaspora sorununun oldu-bittiye getirilemeyeceği ve ancak bir pan-Ortodoks Konsey ile çözümlenebileceği görüşünü paylaşıyorlar. Üstelik Ortodoks Kiliselerinin başpiskoposlarının isimlerinin bulunduğu listede (diptych) “Konstantinopolis Patrikhanesi’nin ilk sırada ve saygın bir yerde bulunduğunu ancak bunun ona herhangi bir yetki tanımayacağını” ısrarla vurgulayan Moskova Patrikhanesi, bu görüşünde de yalnız değil. Doğrusu Ortodoks inancının temelini oluşturan “devletsiz kilise, kilisesiz devlet olmaz” anlayışı, Fener-Rum Patrikhanesi’nin cazip bir çatı olmasını 1453’den bu yana engelliyordu. Bizans’ın yıkılışı ile Üçüncü Roma ilan edilen ve Doğu Hıristiyanlığının merkezi haline getirilen Moskova Patrikhanesi bu payeden vazgeçecek gibi görünmüyor. Bu nedenle Fener-Rum Patrikhanesi’nin ekümeniklik talebinin temel hedefinin de yitirdiği devleti yeniden bulmak ve “devletsiz kilise” olmaktan kurtulmak olması şaşırtıcı olmamalı.
Bartholomeos, sürekli olarak 300 milyon Ortodoks’un lideri olarak tanımlanıyor. Ancak bu tanımlamayı yapanların ve “Ekümenik” payesini verenlerin Ortodoks olmaması ilginç. Bu konuda özellikle ABD’nin sonsuz desteğini alması şaşırtıcı değil. Çünkü birisinin siyasi yayılım diğerinin dini yayılıma giriştiği coğrafyalar neredeyse birebir örtüşüyor. 1996’da yayınladıkları ortak deklarasyonla iki kilisenin birbirlerinin iç işlerine karışmaması kararı alınmasına rağmen Fener-Rum Patrikhanesi’nin anlaşmadan dönerek Moskova Patrikhanesi’nin yetki alanını 1686 öncesi sınırlarında kabul etmesi ilişkilerin iyileşmesi önündeki aşılmaz engel. Çünkü bu, Moskova Patrikhanesi’nin Ukrayna, Beyaz Rusya, Orta Asya hatta bugünkü Rusya’nın bir kısmı üzerindeki hakkının tanınmadığı anlamına geliyor. Bu coğrafyaya Vatikan’ın girişinin de Rusya tarafından engellendiği düşünülürse Fener’in ABD’den aldığı destekten başka Vatikan’ın büyük kavgayı sona erdirme kararının nedenleri de berraklaşıyor. Herkes alacağına ulaşırken Ortodoks dünyasında birlik sağlanabilmesi için birkaç seçenek var:
1-Fener, iddialarından vazgeçerek dünya Ortodokslarının binde 1,3 üzerindeki yetkilerine razı olur ve siyasi üstünlük de Moskova Patrikhanesi’ne geçer,
2- Fener-Rum Patirkhanesi için İstanbul’da yeniden Bizans canlandırılır ve siyasi üstünlüğüne coğrafi üstünlüğün eklenmesi için sağlam bir baskı unsuru oluşturmuş olur,
3- Dünya üzerindeki tüm diğer sorunlarda olduğu gibi ikilik sorunu da çözümsüz bırakılır ve tüm taraflar gelişmelerden kazanç sağlamaya çalışır.

Okumaya devam et  PONTUS SORUNU GENE GUNDEMDE

Eklenme Tarihi : 14.07.2008


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir