Ana Sayfa

Hazırlayan: Orhan Kural

GENERAL POT POT'UN KANLA SULADIĞI ÜLKE : KAMBOÇYA

Kamboçya Hava Yolları'na ait bir uçakla Saygon'dan Kamboçya'nın başkenti Phnom Penh'e doğru uçuyorum. Uçuş süresi sadece yarım saat. Elime yine yarım düzine form tutuşturuyorlar. Zaten onları doldurmak bile yarım saat sürüyor. Hava alanından hemen ayrılıp Royal Phnom Penh'e doğru yollanıyorum. Burası otelden çok bir motel havasında; bakımlı ve güzel bir bahçesi var. Çıkıp herhangi bir hedefim olmadan şehirde şöyle bir turluyorum. Yerel bir gazeteye dalıp kısa bir süre gazetecilerle sohbet ettikten sonra oradan çıkıyor ve bu kez de karşıma çıkan bir camiye giriyorum. Phnom Penh'de 200 bin Müslüman yaşıyor. İlginç bir tesadüf, burada Türkçe konuşan gençlere rastlıyorum. Fethullah Hoca'nın Türkiye'de okuttuğu gençlermiş. İleride Fethullah Hoca'nın burada açacağı kolejde öğretmenlik yapacaklarmış. Türkçe'nin yayılması ve Türkiye'nin tanıtılması için oldukça yararlı bir girişim bu bence. Bu kısa turun ardından otelime dönüp biraz dinleniyor ve bu toprakların inanılmaz olaylarla dolu tarihi ile ilgili bilgilerimi tazeliyorum.

Kamboçya, Kızıl Khmerler Ve Phnom Penh

XV. yüzyıldan itibaren başkent olan Phnom Penh, Kamboçya'nın en -hatta tek- gelişmiş kenti. Nüfusu sadece bir milyon. Şehir; Mekong, Bassac ve Tonle Sap nehirlerini bağrına basmış. Tarih, daha önce Khmerler tarafından kurulan başkent Angkor'un, XV. yüzyılda terk edildiğini ve Phnom Penh'in, Mayahana budistlerinin yeni yerleşim merkezi olduğunu yazıyor. Daha önce Khmerler Hinduizmi kabul etmişti. Mayahana Budistleri Buda'nın hala yaşadığını kabul ederler.

Öğleden sonra tekrar çıkıyorum. Mekong Nehri kıyısında bir Türk halıcının dükkanı önünde biraz soluklanırken sahilde büyü malzemeleri satan bir sihirbaz dikkatimi çekiyor. Önündeki örtünün üzeri kertenkeleden kabuklara, çeşitli bitki köklerinden timsah derisine kadar tuhaflıklarla dolu; yaklaşıp fotoğrafını çekiyorum. Anlamadığım bir şeyler söylüyor bana ve herkes gülmeye başlıyor. Daha sonra elindeki yılanla üstüme gelip, elini erkeklik organıma atıyor, zor kaçıyorum. Hiç böyle bir şey başıma gelmemişti. Acaba bir tür büyüyle beni bağlamaya mı çalıştı? Bunu zaman gösterecek!

Avrupa, Orta Çağ karanlığını yaşarken Kamboçya'da uygarlığın temel taşlarını dikmiş Khmer Krallıkları. 1860'larda Kral Norodom, komşu Vietnam ve Tayland saldırılarına karşı Fransız himayesini kabul etmiş. 1863'te Kamboçya, Fransızlara ait Hindiçin sömürgesinin bir parçasıymış artık. Bağımsızlık 90 yıl sonra, 1953'te kazanılmış... Vietnam savaşı sırasında Kamboçya, Güneyin değil de Kuzeyin yanında yer alınca ve sınırlarını Viet-Kong'a açınca, 1969 yılında Amerika burayı da bombalamaya başlamış ve asker çıkarmış. Bu işgal, küçük bir komünist grup olan "Kızıl Khmerler"in güçlenmesine ve amansız bir iç savaşa yol açmış. İç savaş 17 Nisan 1975'te (Saygon'un düşmesinden iki hafta önce) başkent Phnom Penh'in Kızıl Khmerlerin eline geçmesiyle sona ermiş. Hemen o gece Phnom Penh boşaltılmış, on yaşından küçük çocuklar ailelerinden ayrılmış ve istisnasız herkes ellerinde sadece birer bohça olduğu halde yollara düşmüş. İşte Kamboçya'nın yakın tarihte bir benzeri daha görülmemiş inanılmaz kaderi burada başlıyor. O sırada Phnom Penh'in nüfusu iki milyonmuş ve bu iki milyon insan kentten çıkarılıp günler, aylar süren yürüyüşlerle ülkenin dört bir yanına dağıtılmış. Çünkü Kızıl Khmerlerin lideri General Pol Pot , başlarına ne geldiyse Batı sömürgeciliğinden geldiğine inanıyormuş ve kurtuluş için, yaşamı "sıfır noktası"na döndürmek gerektiğini düşünüyormuş. Bu da 10 milyon nüfusun tamamının çiftçi olması anlamına geliyormuş! İşte bu uğurda Kamboçya'da yapılan devrim(!)lerin kısa bir dökümü. Ülkenin adı "Demokratik Kamboçya" olarak değiştirildi. Okullar, üniversiteler, hastaneler, mahkemeler, gazeteler kapatıldı. Tüm kitaplar yakıldı, para kullanımı yasaklandı ve takas sistemi getirildi. Kentlerdeki teknolojinin izleri yakılıp yıkıldı. Aile kavramı "karşı devrimci" bir kavramdı ve kollektif tarıma engeldi. Bu yüzden çocuklar ailelerinden, eşler birbirlerinden ayrıldı. Meslek sahipleri, aydınlar, üniversite mezunları, yabancı dil bilenler öldürüldü. Yüz binlerce insan işkenceden, yüz binlercesi yollarda talan olmaktan, yüz binlercesi açlıktan, yüz binlercesi de tarlalardaki ağır çalışma koşullarından öldü. Kızıl Khmerlerin 4 yıllık yönetiminden geriye bir milyon ölü, bir kaç milyon öksüz ve yetim ile yıkık bir ülke kaldı. Phnom Penh'de gezdiğim, eskiden hapishane olarak kullanılan müzede bu gerçek tüm açıklığıyla gözler önüne seriliyor. Binbir çeşit işkence aleti, öldürülen masumların fotoğrafları, binlerce kafatasının sergilendiği bölümler, bugün bile zaman zaman yenileri bulunan toplu mezarlar.. İnsanlık adına utanç verici!...

Kişi Başına Bir Mayın !

Kamboçya, 1993'ten beri barış sürecini yaşıyor. Ama, sivil halka yönelik tehdit hala tüyler ürpertici. Bu tehlike ülkeyi dolaşan turistler için de geçerli üstelik. Ana yolların dışına çıkıp dolaşmak çok tehlikeli. 10 milyon nüfuslu ülkede 9 milyon mayın döşeli. Neredeyse kişi başına bir mayın düşüyor. Daha önce Kızıl Khmerlerin yerleştirdiği mayınları temizlemek hem çok pahalı hem çok zaman alıyor, hem de çok tehlikeli. Phnom Penh'de kamuya açık her yerde "mayınlara dikkat" afişlerine ve altında da şu bilgilere rastlıyorum: "Kamboçya'da her 250 kişiden biri mayınlar yüzünden sakatlanmış olup, her ay ortalama 300 kişi mayına bastığı için yaralanmakta veya ölmektedir."

Bir Dünya Şaheseri Angkor Wat ve Siem Reap

Başkent Phnom Penh'den sonraki durağım eski başkent "Angkor". Siem Reap ise Angkor'a 10 kilometre uızaklıkta, yeşilin binbir çeşidiyle sarmalanmış, ortasından nehir geçen, 80 bin nüfuslu şirin bir kasaba. "Siem Reap" Khmer dilinde "yenilgiye uğrayan Siyam" demekmiş. Bugün Kamboçya ve Tayland'ın görünüşte iyi bir komşuluk ilişkileri var. Ama, 1993'ten beri Kamboçya-Tayland sınırında yaşayan Kızıl Khmer gerillalarını Tayland'ın beslediğini herkes biliyor. Aynen bizdeki PKK sorununa benziyor. General Pol Pot bile hala sahte bir isimle burada saklanıyor. Bu bölgede güvenlik olağanüstü. Ortalık üniformalı ve sivil güvenlik görevlisi kaynıyor. Tayland sınırından fazla uzakta olmayan kasabanın başlıca geçim kaynakları arasında pirinç ekimi, balıkçılık, ormancılık ve turizm var. İç savaş öncesinde yılda 1.5 milyon turist gelirmiş, şimdi, yani kapılar açıldıktan sonra bu sayı sadece 500 bin... Angkor'da geçmiş yüzyıllardan günümüze kalan yapıların tümü tapınak. Kralı temsil eden ve Tanrının tüm simgelerini sergileyen yapılar. İçlerinde kimse yaşamıyor. Zaten taşı ancak tapınaklarda, surlarda ve kale duvarlarında kullanıyorlar. Geriye kalan yapılarda kullanılan yegane malzeme ahşap. İlk olarak "Ta Prohm" tapınağını geziyorum. Kral VII. Jayavarman tarafından, 1186 yılında inşa edilmiş. Burası hem tapınak, hem de manastır. Boyutları oldukça geniş: 1000x600 metre. O dönemde burada 18 yüksek papaz ve 2740 papaz yaşarmış. Angkor antik kentinde, Angkor tapınakları arasında dolaşırken, dev ağaç gövdeleri ve kökleri ile kuş sesleri, tropikal ormanların içinde olduğunuzu hiç unutturmuyor.Khmer Krallığı XV. yüzyılda komşu Siyam'ın saldırıları ile zayıflamış. Taylar, önce Khmerlerin dillere destan su yollarını, barajlarını ele geçirip tarıma el koymuşlar. Başlayan kıtlığın ardından Khmerler başkentlerini Güney'e, yani Phnom Penh'e taşımışlar. 100 yıl süren savaş ve kıtlık sonucunda tamamıyla terkedilen Angkor, 400 yıl sürecek bir sessizliğe bürünmüş. Bu 400 yıl boyunca orman büyümüş ve 235 kilometrekarelik bir alanı kaplayan antik kenti örtmüş. Sonuçta Angkor kaybolmuş. Ağaçların kökü toprağa ve suya ulaşmak amacıyla mabedleri, dev heykelleri ortadan ikiye, hatta üçe bölmüş. Bütün bunların sonucunda iç içe geçen antik kent ve orman bugün de büyüleyici bir manzara oluşturuyor. Tapınakları gezerken, "satıcı çocuklar" adeta sülük gibi yapışıyorlar insana. Ellerinde taşıdıkları basit birkaç mal veya kartpostalla daima peşimdeler, sürekli "nam nam" diyorlar, yani yemek parası istiyorlar. Hem üzülüyor hem de zaman zaman kızıyorum. Öğleden sonra ünlü Angkor Wat''ı geziyorum yani "Kent Mabedi"'ni. Gerçekten bu mabetler topluluğu bir kent kadar geniş bir alanı kaplıyor. "Dünyanın Sekizinci Harikası" diye de adlandırılan ve Khmer mimari sanatının şaheseri sayılan, yer yüzünün en büyük tapınağı Angkor Wat. Bugün, Kamboçya bayrağında bile Angkor Wat'ın beyaz silueti yer alıyor. "İnsan beyninin bugüne kadar tasarladığı en görkemli, en uyumlu yapıt" diye geçiyor kitaplara burası. Yapımında, Mısır Piramitleri'nden daha çok taş kullanılmış ve üstelik her santimetrekarenin üzeri kabartmalarla işlenmiş. Tapınağa daha yaklaşmadan, çok uzaktan bile görebiliyorsunuz Angkor Wat'ı. Göğe yükselen lotus çiçeği biçiminde, her biri 55 metre yüksekliğindeki 5 kule... Yaklaşmak için tapınağı çevreleyen yapay gölü (burada bir ara timsahlar yaşıyormuş), gölün üzerindeki 4 köprüden birini, köprülerin ardındaki kapıları, kapıların ardındaki duvarları, duvarların ardındaki galerileri geçmeniz gerekiyor... Kısacası içeriye girmek pek kolay değil. Angkor Wat, kendi içinde küçük bir kent. 82 hektarlık bir alanı kaplıyor ve bir kilometre boyunca uzanan ön ve arka galerileri insana sonsuzluk duygusu veriyor. II. Suryavarman döneminde yapımına başlanan bu muazzam tapınağın içinde ilerledikçe yükseliyorsunuz. Yükseldikçe yeni koridorlar, yeni heykeller, başka kabartmalar keşfediyorsunuz. Yapıdaki her şey simetrik. Sağda ne varsa solda da aynısı, önde ne varsa arkada da aynısı. Beş kulenin ortasındaki en yüksek kule, Hindu dininde dünyanın merkezi sayılan Meru Dağı 'nı kulelerin çevresindeki duvarlar ise Meru Dağı'nı çevreleyen dağları temsil ediyor. Geçip geldiğim göl, dünyanın sonundaki okyanuslar gibi. Ama, buraya damgasını vuran hiç kuşkusuz Apsaralar, yani "Tanrı katının kutsal dansçı kızları": Vücutlarının alt kısmına birer sarong sarılı, topless (!) bir halde danseden , iri göğüslü, incecik belli dansçı kızlar. Angkor Wat'a girişte duvar boyunca bir kabartma var. Ünlü Hint destanı "Ramayana" betimleniyor. Anladığım kadarıyla efsane kısaca şöyle: Kral Rama'nın karısı Sri Lanka'ya kaçırılır, Kral Rama ormanlar kralı maymundan yardım ister. Tanrı Şiva'yı uçuran yarı kuş yarı insan "Garuda" da yardıma hazırdır. Uzun savaşlar sonucu Kral Rama, maymunların yardımı ile sevgili karısını kurtarır.

Angkor Thom da tapınakların yoğun olarak bulunduğu bir başka bölge. Burada Khmerlerin Kanuni Sultan Süleyman'ı sayılabilecek VII. Jayavarma'ın yaptırdığı çok sayıdaki mabedlerden tam tamına 700x800 metre boyutlarında olan bir tanesini keşfediyorum. Karşımda sonsuz bir huzur içinde gülümseyen dudaklara sahip bir yüz var. Kral VII. Jayavarma'ın yüzü bu. Ama aynı zamanda Budha'nın ve Brahma'nın hatta buranın insanının yüzlerine de benziyor. Aklım karışıyor, Jayavarma ya da Budha, Brahma, veya bir köylü, her kimse dağın eteğinde duran, bana bakıyor. Ve zavallı ben, bu dev yapıt karşısında cüceleştiğimi hissediyorum. Dağın tüm cephelerinde de aynı yüz. Doğuya, batıya, kuzeye, güneye hep gülümseyerek bakıyor. Bu gördüğüm yüz öyle etkileyiciydi ki, belki de artık nereye baksam, hangi kayaya, taşa baksam, o yüzü gördüğümü sanıyorum. Hayır değil. Üstelik dört yana bakan dört yüzün sağında, solunda, üstünde ve altında aynı yüzün binlercesi, daha küçükleri var. İnsan bu mabedde bu yüzlere bakarak hayallere dalıp saatlerce kalabilir. Bu kadar ülke ve yer gezdim, burası kadar etkileyici başka bir antik kent görmedim. 46 kilometre uzaktan getirilen taşların, her bir santimetre karesine kabartmalar işlenmiş. Galeriler arka arkaya dizilmiş. Tam ortasına bir Buda heykeli konmuş. Mabedlere uzun bir yol boyunca giriliyor. Sağda ve solda, 54'er adet ilah ve şeytan heykelleri var. Bir ipi çekiyorlar. Aslında bu ip değil, bir yılanmış. Bunun mitolojik bir de öyküsü var: "İlahlar ve şeytanlar, Mandra Dağı'nda bulunan ve "okyanusların sütü" adı verilen ölümsüzlük suyunu elde etmek için dünyaya gelirler. Mandra Dağı'nda bir yılanın ucundan tutup, bin yıl boyunca şeytanlar bir yandan, ilahlar bir yandan çekerler. Bu arada karalar birleşir, kıymetli taşlar oluşur. Sonra ilah ile şeytan mücadelesi tekrar baştan başlar."

Angkor, sorunlu bir ülke olan Kamboçya'nın sınırları içinde yer aldığı için dünyada yeterince değeri bilinmiyor ve tanınmıyor. XIX. yüzyılda Angkor'a gelen ilk Fransız misyonerler, ormandan başka bir şey görememişler. Fransız askeri komutanlar ise "ormanın altında vahşilerin bıraktığı bir takım ilginç taşlar"dan söz eder. Oysa daha VIII. yüzyılda Çinli gezgin yazar Çu Ta-Kuan "duvarlar içindeki kent"i ayrıntılarıyla anlatmıştı günlüğünde. Ama Batı'nın bundan haberi yoktu. Fransız gezginlerin geliş gidişleri ve doğa bilimci Henri Mouhot'un 1858'de ziyaret ettiği Angkor'da gördüklerini yazması, yazılarının ve çizimlerinin İngiltere'de yayınlanması sonucunda Angkor yeniden keşfedilmeye başlandı. Henri Mouhot, "Angkor'u görmeden ölünmez", diye yazdı ve bir yıl sonra 1861'de öldü. Bulguları 1864'te "Royal Geographical Society" tarafından yayınlandı. Ancak Henri Mouhot büyük bir tarihsel yanılgı ile bu bölge halkı için, "vahşiler" sözcüğünü kullanmıştı ve bu sözcük 1900'lerin başına dek kullanılacaktı. 100 yıl sonra Kızıl Khmerlerin lideri Pol Pot, Angkor'u görüp, "insanlarımız bunu gerçekleştirdiyse, daha ne mucizeler yaratabilir" deyip, daha önce de bahsettiğim gibi milleti çiftçi olmaya zorlamış, sanatla ilişkisi olan, lisan bilen, aydın olan kimselerin hepsini öldürtmüştü. Pierre Loti, 3 gün kalmıştı burada ve "Angkor'a Yolculuk" adlı kitabında (1912) buradaki büyülü havayı anlata anlata bitiremeyip, Fransızlara, "elinizi ayağınızı çekin buradan" diyordu. Katolik yazar, şair Paul Claude Angkor'da gördüğü Shiva'nın erkeklik organına adanmış tapınak ve tüm duvarlara işlenmiş yarı çıplak "Apsara"lar karşısında öfkesini günlüğünde şöyle anlatacaktı: "Bugüne dek gördüğüm en günahkar, en lanetli yer. Orası şeytanın egemenliğinde. Hasta oldum. Midem bulandı..." Claudel, Angkor Wat'ın lotus çiçeğini örnek alan Meru Dağı'nı simgeleyen kulelerini de ananasa benzetmişti. Oysa heykeltraş Rodin her fırsatta Apsaraların resmini çizmekten, onları yüceltmekten geri kalmadı. Bu yüzyılın başından beri, Angkor'a her gelen çaldı çırptı. Koca tapınakları götüremeyeceklerinden heykelleri, heykeller büyük geldiğinde başlarını ayırıp götürdüler. Fransa müzeleri Angkor eserleriyle dolu. Ama en ünlü hırsızlık, Andre Malraux' ya ait. Fransız yazar, düşünür, sanat aşığı, sanat eleştirmeni, hatta Fransa'nın bir dönemdeki kültür bakanı Malraux, 22 yaşındayken karısı ile birlikte gelmişti Angkor'a. Kazı çalışmalarında bulunmak için izni de vardı. "Kadınlar Tapınağı" diye bilinen ve kadınlara adanmış tapınaktan çıkardığı dev parçaları Phnom Penh'e taşıdı. Bu parçalar birleştirildiğinde tapınağa adını veren kadın heykellerinden biri çıkıyordu ortaya. Ancak bu tarihi heykeli gemiye yükletirken yakalandı, Malraux tutuklandı, yargılandı ve hapse mahkum oldu. Fransa'ya dönen karısı, Fransa tarafından Kamboçya'ya politik baskı yaptırdı. Sonunda Malraux serbest bırakıldı. Aynı Malraux'un resmini taşıyan pullar geçtiğimiz günlerde Fransa'da çıktı; bu ne büyük bir onur sayılır oralarda bilirsiniz.

Siem Reap'de son günüm... Son gezim ise kuru mevsimde 250 kilometrekare, yağışlı mevsimde ise tam 2 bin kilometrekarelik bir alanı kaplayan iç göl Tonle Sap'a. Özellikle Vietnamlı göçmenlerin de oturduğu bu gölün Kamboçya ekonomisinde balıkçılık yönünden özel bir önemi var. Yolda direkler üstündeki evlerde, çoğu tamamen çıplak çocuklar görüyorum. Kuru mevsimde sular çekilince, üzerinde yosunlar ve bir servet değerindeki tonlarca balık kalıyor. 5000 kişiyi barındıran "Gölün Ucu", yüzen bir köy. Evler, okul, kahve, köy lokantası, bakkal, manav, köy karakolu, köy meydanı hepsi yüzüyor. Bu yüzden tek katlı ahşap yapılar fazla uzaklaşmasınlar diye iki kenarlarından, iki bambu çubukla gölün dibine bağlanmış. Misafirliğe gitmek veya sabahın çok erken saatlerinde balığa çıkan kocaya eşlik etmek için demir almak, yani bambu çubuğu içeri almak yeterli. Yağışlar başladığında ise köy yine yer değiştirecek ve gölün yeni bir ucuna yerleşecek... Çocuklar kendilerinin kullandıkları bambu kayıklarla okuldan eve dönüyorlar, ama yolda ayrı bir kayıkta bulunan dondurmacı amcaya uğramayı ihmal etmiyorlar. Her evin önünde yere, göl dibine saplanmış birkaç bambu çubuğun üzerine ahşap ve toprak teraslar kurulmuş. Bu teraslarda domuz, tavuk, horoz besliyor; domates, biber ve maydonoz yetiştiriyorlar ve her evin damında balık kurutuyorlar. Ben de kiraladığım kayıkla büyük bir keyif içinde gezimi sürdürüyorum. Ama o da ne? 10 yaşlarındaki bir çocuk, evinin önünde, elinde kocaman bir "boa yılanı" tutuyor. Yılanın boyu yaklaşık 6 metre. Sanki evcil bir kediymişçesine oynuyor onunla. Daha sonra yılanı evin bir yaşında bile olmayan diğer çocuğunun kucağına bırakıyorlar. O da büyük bir sevinçle yılanı kucaklıyor. Evin hanımı pencereden bize ikinci bir yılanı iftiharla gösteriyor. Yüzen okul, yüzen alışveriş merkezi ve yüzen kahvelerden daha uzak bir köşede ise balık çiftlikleri yer alıyor. Kamboçya halkının % 20'si ekmeğini balıktan çıkarıyor ve bu köy, benzeri yüzlerce köyden yalnızca biri. Angkor tapınaklarında, taş duvarlardaki kabartmalarda izlediğimiz sahneleri yeniden izlemek, taştaki yüzlerin tıpatıp eşlerine, bu yüzen köyde rastlamak çok hoş. Kayığım ilerlemeye devam ettikçe, yüzünü yıkayan, tuvaletini yapan, yemek pişiren, sebze yıkayan köy halkı, yüzlerinde kocaman gülümsemelerle bana el sallıyor. Bangkok'taki "yüzen çarşı" gibi, yıllar sonra burası da turistlerle dolarsa bütün özelliğini kaybeder. Bu dönemde, henüz doğallığı bozulmadan gezdiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Onların bu sefaletine ilk bakışta üzülüyorum ama kim bilir belki de tabiatın kucağında sürdürdükleri bu sade yaşantılarıyla bizden çok daha mutlular.

Ana Sayfa