GAZİ

<p>GAZİ
Hüseyin MÜMTAZ</p>
<p>Şimdiki çocuklar bilmez, Erzincan “o zaman” Erzincan’dı.
Hoş “o zamanlar” biz de çocuktuk.
Ortaokul yeni bitmiş, Gündoğdu Duran’ın “Ankara Rüzgârı/Ankara Kızları” şarkısı, bir gün bir gece tren yolculuğu kadar uzakta ve geride bırakılmış, Kemah Boğazı geçilip Erzincan’ın, ortasında kocaman bir soba kurulu istasyonuna inilmişti.
Okul dağların kenarında uzak, kocaman, kalabalık ve hayret, “ıssız”dı… Herkes çekingen, ürkek ve “yabancı” idi.
Zaman, 1963 sonbaharı. Emel Sayın’dan şüpheliyim ama Ajda, Gülden/Neşe Karaböcek kardeşler, Beatles, Ian Fleming’in James Bond’undan “yıkılıyor”du ortalık.
Yemekhane, gazinolar ve sinema ana binanın arkasındaki barakalarda idi. Uzun, soğuk kış geceleri koşarak karlar arasından gider, sobalara yakın yer kapmak isterdik.
Sinemada iki adam boyundaki soba koca salonu ısıtırdı, filmler ve elbette “Susuz Yaz” ile Hülya Koçyiğit de siyah/beyaz’dı o barakada.
O seneler de siyah beyazdı.
Son dersten sonra akşam yemeğine kadar olan boşlukta kışsa pencerelerden (kalorifere dayanarak), yaz ise futbol sahasının önündeki sette oturur; Kemah’dan gelip Erzurum tarafına gidecek trenleri beklerdik.
Güneş ya battı ya batıyordu ve hayret, bizim de hep batıdaydı gözümüz ve gönlümüz. Makinist, sanki kendisini beklediğimizi biliyormuş gibi boğazdan çıkar çıkmaz düdüğe asılır, alıp bizi ötelere götürürdü.
63 Kıbrıs olaylarını Yusuf Yüksel’le beraber o bahçede dinlemiştik. Hulki Aktunç’la (rahmetli) gazete çıkarmıştık, Alper’le gece konsere kaçmıştık, Erdal Türközü (rahmetli) ile satranç oynamış, (Yobaz) Ali ile halay çekmiştik. (“Keskin” olan soyadını evlenince =;)değiştirmiş).
Montgomery Clift’e parmak ısırttıran “yat borusu”nu buğulu gözlerle dinleyip yatar, Ünal Sözer (rahmetli) ile hemşehri muhabbeti yapar, Bayram’ın (Ceylan, Türkiye gençler cirit şampiyonu) sabah karanlığında bahçede cirit atarken haykırışıyla uyanırdık.
Ümit’i de orada tanımıştım. Trakya’dan gelmişti, güleç, temiz ve aydınlık yüzlü idi. Kırılgan bir sessizliği vardı.
1965’de Erzincan Askeri Lisesi’nin son mezunlarıydık. Birinci ve ikinci sınıflar bizden sonra Kuleli’ye devredildiler.
Sonra HARBİYE’de “Yıldırımlar yarattığımız” yıllar…
Ümit’le aynı, 2’inci Bölük’teydik.
Harbiye bitti, o Muhabereci olup Mamak’ta, ben de Tankçı olup Etimesgut’ta kaldık.
Ve Ankara yıllarımız başladı.
“Kıdemli” Ankara’lı olarak kılavuzluk görevini ben üstlendim.
“Gecelere aktık” lafını beklemeyin, en fazla yaptığımız Meşrutiyet’e çıkarken soldaki Yaprak Pastahanesi, yahut meşhur “gökdelen” (Kızılay Giması) in üst katındaki pastahanesinde “takılmak”tı.
Zannederim; sonradan sık sık hatırlayıp konuştuğumuz unutulmaz bir 3 ila 4 yılımız geçti beraber.
Sonra o İskenderun’a ben Çıldır’a tayin olduk, ayrıldık.
Kıbrıs’ta savaşa katıldı, sonra da ordudan ayrıldı.
1998’de “kalbimiz” bizi Haydarpaşa GATA’da tekrar birleştirdi. 99’a geldiğimizde ikimizin de “kalbi” yaralıydı ama “yüreği” mangal gibiydi.
Kalplerimiz artık, yıllar önce onun İskenderun’da, benim Kıbrıs’ta teslim ettiğimiz asıl sahiplerinin ihtimamına bırakılmıştı.
Farklı şehirlerde idik, aramızda yüzlerce kilometre vardı ama sık sık telefonla şakalaşır, takılırdık birbirimize.
Beş altı sene önce bir sabah yine telefon çalmış, her zaman gülen sesiyle “Mümtaz, kasadaki kız bana dün ilk defa ‘amca’ dedi, sabaha kadar uyuyamadım, galiba yaşlandık” demiş, basmıştı kahkahayı.
Geçen hafta her zamanki gibi yine bir mesaj gönderdim, takıldım.
Öğlene doğru bilmediğim bir numara aradı, açtım.
Karşı taraf, “Mümtaz amca ben Atıf” deyince ürktüm, ürperdim. Atıf, Ümit’in onun gibi delikanlı büyük oğlu idi, yıllar önce bir vesileyle beni Kadıköy’den karşıya geçirmişti.
Atıf konuştu…
Elektrikler kesildi,
…film koptu,
…dünya durdu.
Sınıf arkadaşım, silah arkadaşım, kardeşim Ümit İlhan Tek’er.
Allah Rahmet Eylesin. 25 Ekim 2017</p> - kibris gazisi

<p>GAZİ
Hüseyin MÜMTAZ</p>
<p>Şimdiki çocuklar bilmez, Erzincan “o zaman” Erzincan’dı.
Hoş “o zamanlar” biz de çocuktuk.
Ortaokul yeni bitmiş, Gündoğdu Duran’ın “Ankara Rüzgârı/Ankara Kızları” şarkısı, bir gün bir gece tren yolculuğu kadar uzakta ve geride bırakılmış, Kemah Boğazı geçilip Erzincan’ın, ortasında kocaman bir soba kurulu istasyonuna inilmişti.
Okul dağların kenarında uzak, kocaman, kalabalık ve hayret, “ıssız”dı… Herkes çekingen, ürkek ve “yabancı” idi.
Zaman, 1963 sonbaharı. Emel Sayın’dan şüpheliyim ama Ajda, Gülden/Neşe Karaböcek kardeşler, Beatles, Ian Fleming’in James Bond’undan “yıkılıyor”du ortalık.
Yemekhane, gazinolar ve sinema ana binanın arkasındaki barakalarda idi. Uzun, soğuk kış geceleri koşarak karlar arasından gider, sobalara yakın yer kapmak isterdik.
Sinemada iki adam boyundaki soba koca salonu ısıtırdı, filmler ve elbette “Susuz Yaz” ile Hülya Koçyiğit de siyah/beyaz’dı o barakada.
O seneler de siyah beyazdı.
Son dersten sonra akşam yemeğine kadar olan boşlukta kışsa pencerelerden (kalorifere dayanarak), yaz ise futbol sahasının önündeki sette oturur; Kemah’dan gelip Erzurum tarafına gidecek trenleri beklerdik.
Güneş ya battı ya batıyordu ve hayret, bizim de hep batıdaydı gözümüz ve gönlümüz. Makinist, sanki kendisini beklediğimizi biliyormuş gibi boğazdan çıkar çıkmaz düdüğe asılır, alıp bizi ötelere götürürdü.
63 Kıbrıs olaylarını Yusuf Yüksel’le beraber o bahçede dinlemiştik. Hulki Aktunç’la (rahmetli) gazete çıkarmıştık, Alper’le gece konsere kaçmıştık, Erdal Türközü (rahmetli) ile satranç oynamış, (Yobaz) Ali ile halay çekmiştik. (“Keskin” olan soyadını evlenince =;)değiştirmiş).
Montgomery Clift’e parmak ısırttıran “yat borusu”nu buğulu gözlerle dinleyip yatar, Ünal Sözer (rahmetli) ile hemşehri muhabbeti yapar, Bayram’ın (Ceylan, Türkiye gençler cirit şampiyonu) sabah karanlığında bahçede cirit atarken haykırışıyla uyanırdık.
Ümit’i de orada tanımıştım. Trakya’dan gelmişti, güleç, temiz ve aydınlık yüzlü idi. Kırılgan bir sessizliği vardı.
1965’de Erzincan Askeri Lisesi’nin son mezunlarıydık. Birinci ve ikinci sınıflar bizden sonra Kuleli’ye devredildiler.
Sonra HARBİYE’de “Yıldırımlar yarattığımız” yıllar…
Ümit’le aynı, 2’inci Bölük’teydik.
Harbiye bitti, o Muhabereci olup Mamak’ta, ben de Tankçı olup Etimesgut’ta kaldık.
Ve Ankara yıllarımız başladı.
“Kıdemli” Ankara’lı olarak kılavuzluk görevini ben üstlendim.
“Gecelere aktık” lafını beklemeyin, en fazla yaptığımız Meşrutiyet’e çıkarken soldaki Yaprak Pastahanesi, yahut meşhur “gökdelen” (Kızılay Giması) in üst katındaki pastahanesinde “takılmak”tı.
Zannederim; sonradan sık sık hatırlayıp konuştuğumuz unutulmaz bir 3 ila 4 yılımız geçti beraber.
Sonra o İskenderun’a ben Çıldır’a tayin olduk, ayrıldık.
Kıbrıs’ta savaşa katıldı, sonra da ordudan ayrıldı.
1998’de “kalbimiz” bizi Haydarpaşa GATA’da tekrar birleştirdi. 99’a geldiğimizde ikimizin de “kalbi” yaralıydı ama “yüreği” mangal gibiydi.
Kalplerimiz artık, yıllar önce onun İskenderun’da, benim Kıbrıs’ta teslim ettiğimiz asıl sahiplerinin ihtimamına bırakılmıştı.
Farklı şehirlerde idik, aramızda yüzlerce kilometre vardı ama sık sık telefonla şakalaşır, takılırdık birbirimize.
Beş altı sene önce bir sabah yine telefon çalmış, her zaman gülen sesiyle “Mümtaz, kasadaki kız bana dün ilk defa ‘amca’ dedi, sabaha kadar uyuyamadım, galiba yaşlandık” demiş, basmıştı kahkahayı.
Geçen hafta her zamanki gibi yine bir mesaj gönderdim, takıldım.
Öğlene doğru bilmediğim bir numara aradı, açtım.
Karşı taraf, “Mümtaz amca ben Atıf” deyince ürktüm, ürperdim. Atıf, Ümit’in onun gibi delikanlı büyük oğlu idi, yıllar önce bir vesileyle beni Kadıköy’den karşıya geçirmişti.
Atıf konuştu…
Elektrikler kesildi,
…film koptu,
…dünya durdu.
Sınıf arkadaşım, silah arkadaşım, kardeşim Ümit İlhan Tek’er.
Allah Rahmet Eylesin. 25 Ekim 2017</p> - kibris gazisi

 

GAZİ
Hüseyin MÜMTAZ

Şimdiki çocuklar bilmez, Erzincan “o zaman” Erzincan’dı.
Hoş “o zamanlar” biz de çocuktuk.
Ortaokul yeni bitmiş, Gündoğdu Duran’ın “Ankara Rüzgârı/Ankara Kızları” şarkısı, bir gün bir gece tren yolculuğu kadar uzakta ve geride bırakılmış, Kemah Boğazı geçilip Erzincan’ın, ortasında kocaman bir soba kurulu istasyonuna inilmişti.
Okul dağların kenarında uzak, kocaman, kalabalık ve hayret, “ıssız”dı… Herkes çekingen, ürkek ve “yabancı” idi.
Zaman, 1963 sonbaharı. Emel Sayın’dan şüpheliyim ama Ajda, Gülden/Neşe Karaböcek kardeşler, Beatles, Ian Fleming’in James Bond’undan “yıkılıyor”du ortalık.
Yemekhane, gazinolar ve sinema ana binanın arkasındaki barakalarda idi. Uzun, soğuk kış geceleri koşarak karlar arasından gider, sobalara yakın yer kapmak isterdik.
Sinemada iki adam boyundaki soba koca salonu ısıtırdı, filmler ve elbette “Susuz Yaz” ile Hülya Koçyiğit de siyah/beyaz’dı o barakada.
O seneler de siyah beyazdı.
Son dersten sonra akşam yemeğine kadar olan boşlukta kışsa pencerelerden (kalorifere dayanarak), yaz ise futbol sahasının önündeki sette oturur; Kemah’dan gelip Erzurum tarafına gidecek trenleri beklerdik.
Güneş ya battı ya batıyordu ve hayret, bizim de hep batıdaydı gözümüz ve gönlümüz. Makinist, sanki kendisini beklediğimizi biliyormuş gibi boğazdan çıkar çıkmaz düdüğe asılır, alıp bizi ötelere götürürdü.
63 Kıbrıs olaylarını Yusuf Yüksel’le beraber o bahçede dinlemiştik. Hulki Aktunç’la (rahmetli) gazete çıkarmıştık, Alper’le gece konsere kaçmıştık, Erdal Türközü (rahmetli) ile satranç oynamış, (Yobaz) Ali ile halay çekmiştik. (“Keskin” olan soyadını evlenince =;)değiştirmiş).
Montgomery Clift’e parmak ısırttıran “yat borusu”nu buğulu gözlerle dinleyip yatar, Ünal Sözer (rahmetli) ile hemşehri muhabbeti yapar, Bayram’ın (Ceylan, Türkiye gençler cirit şampiyonu) sabah karanlığında bahçede cirit atarken haykırışıyla uyanırdık.
Ümit’i de orada tanımıştım. Trakya’dan gelmişti, güleç, temiz ve aydınlık yüzlü idi. Kırılgan bir sessizliği vardı.
1965’de Erzincan Askeri Lisesi’nin son mezunlarıydık. Birinci ve ikinci sınıflar bizden sonra Kuleli’ye devredildiler.
Sonra HARBİYE’de “Yıldırımlar yarattığımız” yıllar…
Ümit’le aynı, 2’inci Bölük’teydik.
Harbiye bitti, o Muhabereci olup Mamak’ta, ben de Tankçı olup Etimesgut’ta kaldık.
Ve Ankara yıllarımız başladı.
“Kıdemli” Ankara’lı olarak kılavuzluk görevini ben üstlendim.
“Gecelere aktık” lafını beklemeyin, en fazla yaptığımız Meşrutiyet’e çıkarken soldaki Yaprak Pastahanesi, yahut meşhur “gökdelen” (Kızılay Giması) in üst katındaki pastahanesinde “takılmak”tı.
Zannederim; sonradan sık sık hatırlayıp konuştuğumuz unutulmaz bir 3 ila 4 yılımız geçti beraber.
Sonra o İskenderun’a ben Çıldır’a tayin olduk, ayrıldık.
Kıbrıs’ta savaşa katıldı, sonra da ordudan ayrıldı.
1998’de “kalbimiz” bizi Haydarpaşa GATA’da tekrar birleştirdi. 99’a geldiğimizde ikimizin de “kalbi” yaralıydı ama “yüreği” mangal gibiydi.
Kalplerimiz artık, yıllar önce onun İskenderun’da, benim Kıbrıs’ta teslim ettiğimiz asıl sahiplerinin ihtimamına bırakılmıştı.
Farklı şehirlerde idik, aramızda yüzlerce kilometre vardı ama sık sık telefonla şakalaşır, takılırdık birbirimize.
Beş altı sene önce bir sabah yine telefon çalmış, her zaman gülen sesiyle “Mümtaz, kasadaki kız bana dün ilk defa ‘amca’ dedi, sabaha kadar uyuyamadım, galiba yaşlandık” demiş, basmıştı kahkahayı.
Geçen hafta her zamanki gibi yine bir mesaj gönderdim, takıldım.
Öğlene doğru bilmediğim bir numara aradı, açtım.
Karşı taraf, “Mümtaz amca ben Atıf” deyince ürktüm, ürperdim. Atıf, Ümit’in onun gibi delikanlı büyük oğlu idi, yıllar önce bir vesileyle beni Kadıköy’den karşıya geçirmişti.
Atıf konuştu…
Elektrikler kesildi,
…film koptu,
…dünya durdu.
Sınıf arkadaşım, silah arkadaşım, kardeşim Ümit İlhan Tek’er.
Allah Rahmet Eylesin. 25 Ekim 2017

 


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir