PAYİTAHT VAHDETTİN (4)-Hüseyin MÜMTAZ

(“MUSTAFA KEMAL’İN AĞZINDAN VAHDETTİN”. Pozitif Yay. İstanbul 2006) - 0000000187402 1

(“MUSTAFA KEMAL’İN AĞZINDAN VAHDETTİN”. Pozitif Yay. İstanbul 2006) - 0000000187402 1

 

PAYİTAHT VAHDETTİN (4)
Hüseyin MÜMTAZ

Dizinin son bölümünü Mustafa Kemal’e ayırdık.
Falih Rıfkı Atay Atatürk’ün hayatının, 1914 Birinci Dünya Harbi’nden itibaren olan bölümünde Vahdettin’le kesiştiği noktaları kaleme alışını şöyle anlatır;

(“MUSTAFA KEMAL’İN AĞZINDAN VAHDETTİN”. Pozitif Yay. İstanbul 2006)

“Her akşam iki saat O konuşur, ben not tutardım; ertesi gün bu notlara biraz düzen vererek okur, bir itirazı yoksa yayınlardık”.
Ama kitapta, Vahdettin’den çok daha önemli konular vardır.
Örneğin Filistin cephesinde olanları anlattığı bölüm, harpteki Türk-Arap ilişkileri tarihi ile ilgili ezber bozmaya çalışan yeni düzenlemelerin ezberini bozacak niteliktedir;
“Bahsettiğim kuvvetleri Halep’te topladım. En ileride bıraktığım kumandan, tümen komutanı Kazım bey idi. Ordumun kolordu kumandanları İsmet ve Fuad Paşalardı. Halep’te, sürekli yorgunluklar sebebiyle eski rahatsızlığım tekrar etti. Üç beş gün tedavi oldum. Yatağımdan kalktığım gün karargâhım olan Baron Oteli ‘ ne gittim, otelde oturuyordum. Yanımda Suriye Valisi fahri binbaşı Tahsin bey vardı. Halep’ in doğu cephesinden işgal edilmiş olduğuna dair karışık bir bilgi geldi. Çok yakın bir tehlikeyi işaret eden bu haberi araştırmak için, bizzat o istikamete gitmeyi tercih ettim. Otomobilde Tahsin beyle yaverim Cevad Abbas bey vardı. Şehrin doğu girişinde bir kalabalığın içine girdik; bunlar, askeri kıyafet taşıyan aşiretler ve bedevilerdi. Esir olmuştuk. Yanımda kuvvet olarak tek bir nefer yoktu, hücum eden bedeviler otomobilin etrafını sardı ve her tarafına yüklendiler. Saldırıyı görünce şoföre: – Dur! emrini verdim. Elimde Tahsin beyin verdiği kırbaçla ayağa kalkarak, onların anlayabileceği lisanla sordum : – Reisiniz nerededir?
Cevap verdiler: – Hepimiz reisiz! Derhal karar vermek lazımdı. Kırbaçla vurmaya başlayarak: – Çekilin ! . diye bağırdım. Gayri ihtiyari çekildiler. Emrettim: – Çabuk, reisiniz karşıma gelsin! .. Reisleri geldi. Ona dedim ki: – Ben sizin yardım ettiğiniz vaziyete galebe çaldım, herkes mağluptur. Fakat sizin iştirakinizi de mazur görüyorum. Bu akşam yanıma geliniz, sizinle görüşeceklerim var. – Emredersiniz ! dedi. Şoföre: “Çabuk geriye!” emrini verdim. Halep’in içindeki karargahıma döndüm. Biraz sonra Şeyh geldi. Kendini onun anlayabileceği merasimle kabul ettim ve sordum: – Benden ne istiyorsunuz? – Şimdilik bin altın, silah ve cephane . . dedi. Bin altını o akşam verdim. Silah ve cephane için söz verdim. Ertesi gün yine rahatsız olarak karargahımda uzanmış, yatıyordum. Bir aralık Halep şehrinin içinde bir ateş koptu. Balkona çıkıp sokağa baktım: Herkes heyecan içindedir. Ve bir kalabalık, otele hücum halindedir. Herkes bana doğru geliyor. Vaziyeti kavradım, kırbacımla evvela kalabalığı otel dışına çıkardım. Alt kattaki taraçaya indiğim vakit, Halep kumandanı, heyecandan okuyamadığı bir raporu bana verdi, sükunetle okudum. Rapordan anlaşılıyordu ki, Halep saldırıya maruz kalmıştır. Bulunduğum otelin kapısından sağa saparak yüründüğü zaman bir dört yol ağzına rastlanır. O noktaya kadar geldim. Bütün yollan tutturmuştum. Düşman uçaklarından atılan bombalara bazı damlardan atılan bombalar ekleniyordu. Bu beni güldürdü. Çünkü ben Halep’i korumayı düşünüyordum. Akşam vakti idi. Bulunduğum yerden ileride birçok adamın yere serildiğini görüyordum; bunlar beni yalnız zannederek saldıran zavallılardı. Ben Halep şehrinde, sokak savaşını idare ettim. Hücum edenler tamamen yenilip bozguna uğrayarak, kovuldular ve takip olundular. Şehirde vaziyete tamamen hakim olduk ve sükunet geri döndü. Akşam yaklaşmıştı. Sokak savaşını idare ettiğim noktanın yakınında şoför bekliyordu. İşaret ettim, bulunduğum noktaya yanaştı. Otomobile binmeden evvel Halep kumandanına emirlerimi ve talimatı verdim. Verdiğim talimatta esas olan şu nokta vardı : (Bu akşam Halep ilerisindeki kuvvetleri geriye çekeceğim, yarın Halep’ i n kuzey batısında İngiliz ve Araplarla savaşacağım. Buna göre hareketinizi düzenleyiniz.) Olaylar dilediğim gibi cereyan etti. Ertesi gün sabahleyin benim kuvvetlerimin geri çekildiğini zanneden Arap ve İngilizler sevinçle taarruza başladılar. Ve tarafımızdan alınmış olan önlemlerle mağlup olup, bozguna uğradılar. İşte orada bu zafer neticesi bir hat tespit edip sınır çizdim ve kuvvetlerime, düşman bu hattın ilerisine geçmeyecektir diye emir verdim. Nitekim geçmemiştir”.
Gördünüz mü Halep’i “tek başımıza”, İngilizlerle beraber saldıran “kim”lere karşı savunmuşuz?
“Kimler” İngilizlerin müttefiki imiş, gördünüz mü?
Geliyoruz Misak-ı Milli’ye…
“Gerek Erzurum Kongresi’nde, gerek Sivas Kongresi’nde Türkiye’nin milli sınırlarını tespit hususunda ben, ‘Türk süngülerinin işaret ettiği bu hattı’ esas kabul ettim. Malûmunuzdur ki, misak-ı milliyi nihayet Ankara’da tespit etmiştim. Meselenin yabancısı olan birtakım zatlar, bunda etkili olmak istediler ve milli sınırlar söz konusu olduğu zaman, hakikati bilmedikleri için türlü türlü zanlara kapıldılar. İtiraf ederim ki, ben de milli sınırları, biraz Wilson prensiplerinin insani maksatlarına göre ifadeye çalıştım. O insani prensiplere dayanarak, Türk süngülerinin savunduğu ve tespit ettiği sınırlan müdafaa etmişimdir.
Zavallı Wilson! Süngü, kuvvet, şeref ve haysiyetin savunamadığı hatların, başka hiçbir prensiple savunulamayacağını anlamadı”.
“Süngü, kuvvet, şeref ve haysiyet” dörtlüsünü bir kenara yazın…
İleride konuşur veya yazarken belki lâzım olur.
Ve Vahdettin…
“Halep’te bulunduğum günler zarfında memleketin genel durumunu kendi kendime düşündüm. Vaziyet şu idi: Müttefiklerimiz ve biz partiyi kaybetmiştik. Fakat Türkiye için mesele, bütün varlığını kaybetmek neticesine varacak kadar ölümcüldü. O tarihte düşünülecek şey, kaybolduğuna şüphe kalmayan partiyi iade etmek olamazdı; yalnız varlığımızı muhafaza için en hızlı ve kesin çarelere başvurmakta tereddüt etmemeliydik. Hatta bu uğurda bütün müttefiklerimizden ayrı olarak gerekirse yeniden vaziyet almak zorunlu olabilirdi. Hâlbuki savaşı neticeye ulaştıran o günkü kabineden böyle bir hareket beklemek boşuna idi. Derhal bu kabineyi düşürmek, onun yerine benim de düşündüğüm tarzda iş görebilir yeni bir kabineyi iktidara getirmek gerektiğine inandım. Şunu da ilave etmeliyim ki, düşüncelerimi uygulayabilmek için bu yeni kabinede mutlaka bütün ordunun kumandasının bana verilmesi gerektiğine de kanaat etmiş bulunuyordum. Vaziyet buhranlı olduğundan ve alınacak tedbirlerin çok ciddi ve seri alınması gerektiğinden, bu düşüncemi telgrafla Padişah Vahideddin’e bildirdim. Yeni kabine için Sadrazam olan İzzet Paşa’yı ve nezaretlere (bakanlıklara) de bazı arkadaşları isimleriyle tavsiye etmiştim. Aynı telgrafta kendimin de bu kabinede Harbiye Nazın olarak bulundurulmamı çok samimi bir lisanla istedim. Padişah’a bu müracaatımdan, kabine için tavsiye ettiğim zatlara da ayrıca bilgi verdim. Çok geçmedi. Talat Paşa kabinesi istifa etti. İzzet Paşa’nın başkanlığında yeni kabine teşekkül etti. Bu yeni teşekkülün benim yazılı beyanımla ilgisi olup olmadığı hakkında bir şey diyemem. Ancak, tavsiye ettiğim arkadaşlarımın mühimleri kabineye dahil oldular. Yeni kabinenin teşekkülünden sonra Sadrazam Paşa’dan aldığım bir telgrafname hatırımda kaldığına göre şu cümle ile bitiyordu: ‘Barıştan sonra birlikte olmamızı Allah’ın lütfedeceğini umarım.’
Bu telgrafa verdiğim cevapta şunları anlatmaya çalıştım: Ben, barışın çabuk gelemeyeceğini, barışa kadar çok buhranlı ve mühim vaziyetler karşısında kalacağımızı ve bu zorluklar içinde vatanıma ciddi hizmetler etmemin mümkün olduğunu anladığım içindir ki, Harbiye Nezareti makamını istemiştim. Yoksa barışa ulaşılabildikten sonra onun huzur ve sükûnu içinde Harbiye Nezareti görevini benden çok mükemmel yerine getirecek kıymetli zatlar olduğunu bilirdim. Buna göre barıştan sonra refakatimizi hiç de zaruri, hatta lüzumlu saymıyordum”.
Ve İstanbul… İşgal altındaki İstanbul… ve saltanat… ve hükümet…
“Şişli’deki evimde yeni durumu düşünüyordum. İstanbul sokakları İtilaf devletlerinin süngülü askerleriyle dolmuştu. Boğaziçi, toplarını sağa sola çeviren düşman zırhlılanyla lacivert sularını göstermeyecek kadar örtülüydü. Herkes ancak çok zorunlu ihtiyaçları için evlerinden çıkabiliyor, sokaklarda hatır ve hayale gelmeyen hakaretlere uğramamak için caddelerin duvar diplerinden, büzülerek, eğilerek ve korkarak yürüyebiliyorlardı. Bütün tedbirlere rağmen yine bin türlü feci saldırı sahneleri eksik olmuyordu. Koskoca İstanbul ve koskoca İstanbul’un yüz binlerce halkı, sesleri kısılmış bir halde idi. İstanbul ufuklarında yalnız düşman hakaretleri, düşman bayrak ve süngüleri yükseliyordu. Şaşılacak şeydir. Artık adi bir mendil gibi ayakaltında çiğnenen bu çevrede hala bir saltanat, bir hükümet, bir varlık olduğunu zannedenler vardı.”
Vahdettin işte böyle bir ülkede, böyle bir “payitaht”ta Padişah olduğunu zannediyordu.
Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki hakkında ne düşünmektedir?
“Evet, İttihat ve Terakki’nin temsilcisi değilim; fakat müsaadenizle söylemeliyim ki, İttihat ve Terakki vatansever bir cemiyet idi. Başlangıcından çok zaman sonrasına kadar ben de bu cemiyet içinde bulundum. Cemiyet hiçbir vakit sizin bu aşağılamanızı hak edecek bir mahiyet almamıştır. Çok kusurları ve yanlışları olabilir. Ama, vatanseverliği münakaşaların üstündedir.”
Ve…sonun başlangıcı…
“Ben de o günlerde birtakım takiplere uğrar gibi olduğumu hissettim. İstanbul’da hala ordu kumandanı sıfatı ile bulunuyordum. Ne azledilmiş, ne emekli olmuş, ne de açığa çıkarılmıştım. Resmi bir vaziyette idim. B ir g ü n Harbiye Nezareti’nden bir tezkere geldi: Otomobilimi ve yaverimi almışlar ve ödeneğimi kesmişlerdi. O gün iktidarda bulunanlardan kendi hakkımda böyle bir muamele beklemiyordum. Bu, henüz ne taraftan geldiği belli olmayan bir baskı idi.
O tarihlerde General Allenby İstanbul’a gelmişti. Bir gün Harbiye Nazırı’nı ve Erkan-ı Harbiye İkinci Reisi’ni karşısına alarak, cebinden çıkardığı bir not defterinden bazı şeyler dikte etmek ister. Nazır ve İkinci Reis konuşmak isterlerse de General Allenby: ‘Görüşrnek için değil, bazı arzularımı söylemek için sizleri kabul ettim’ cevabını verir.
İşte bu konuşmalar arasında, Allenby, Altıncı Ordu Kurnandanlığı’na benim tayin olunmamı da tavsiye eder. Gideceğim yerin neresi ve alacağım vazifenin ne olduğunu, ne vaziyette kalacağını tabii anlıyordum. Hemen reddettim. Yaver, otomobil ve ödenek meselesi bu hadiseye bağlı olsa gerektir. Harbiye Nezareti’nin muamelesini harp hizmetlerine ve şerefine bir tecavüz sayan Mustafa Kemal, bir dilekçe ile bunu protesto etmiştir.
…O zamanlar ordu kumandanlarını şu veya bu vesile ile küçük düşürmek bir parola idi. Bu saldırılar nihayet Mustafa Kemal ‘e kadar bulaştı, muhalif gazetelerden birinde bir yazı çıktı. Mustafa Kemal, ordu haysiyetinin daha iyi savunulması gerektiğini Harbi ye Nezareti’ne yazdı. Gariptir ki Harbiye Nezareti’ne giden bu mektup, Nazır tarafından yine o gazeteye verilmiştir. Ve gazete sahibi bu sefer kendisi saldırıya uğramış gibi bir sahte tavır takınmıştır”.
O halde?
“Beni İstanbul’dan çıkarmakla ağır bir yükten kurtulacaklarını zannedenler, makul bir sebep aramakla meşgul idiler. Nihayet bu sebep, işgal kuvvetleri subaylarının raporları ile dolu bir dosya halinde ellerine geldi. Bir gün Harbiye Nazırı rahmetli Şakir Paşa, beni makamına davet etti. Bürosunun karşısına oturdum. Bir tek kelime söylemeksizin bana dosyayı uzattı: ‘Bunu okur musunuz?’ dedi. Dosyayı baştan nihayete kadar gözden geçirdim. Özeti şu idi: ‘Samsun ve çevresinde birçok Rum köyü Türkler tarafından her gün saldırıya uğramaktadır. Osmanlı hükümeti bu vahşi saldırıların önüne geçememektedir. Bu bölgenin emniyet ve huzurunu temin etmek insanlık namına borcumuzdur’. Raporlar, İstanbul hükümetine verilirken bir de protesto ilave edilmişti: ‘Bu saldırıları engellemek gerekir. Eğer siz aciz iseniz, vazifeyi biz üstümüze alacağız!’.
Dosyayı okuduktan sonra Harbiye Nazırı’nın yüzüne baktım. ‘Emriniz Paşam!’ dedim. ‘Bu böyle midir, zannedersiniz?’ ‘Zannetmiyorum, fakat bir şeyler olması ihtimali vardır’. Bunun üzerine asıl konuya geçti:
‘İşte, dedi, böyle midir, değil midir; evvela bunu mey­dana çıkarmak için oralara bir zatın gidip incelemelerde bulunması lâzımdır. Ben Sadramam Paşa ile (Damat Ferid) görüştüm. Sizi uygun gördük. Oraya gidesiniz ve meselenin mahiyetini anlayasınız.’ ‘Memnuniyetle giderim. Ancak ben oraya Türkler Rumlara zulmediyor mu, etmiyor mu, yalnız bunu anlamak için mi gideceğim; vazifem bu mudur?’ ‘Evet!’ dedi , ‘konuştuğumuz budur’.
‘Pekala, yalnız müsaade buyurursanız, memuriyetime bir şekil vermek lazım! Sizi üzmeyeyim, arzu ederseniz Erkan-ı Harbiye Reisi’nizle görüşerek bunu tespit edelim!’.
‘Hay hay!’ dedi”.
Sonrasını biliyorsunuz…
Sadece siz değil, dünya biliyor da halâ duymamakta, görmemekte, bilmemekte ısrar edenler var. 19 Ağustos 2017

 

 

 

 

https://www.turkishnews.com/tr/content/yazarlar/huseyin-mumtaz/

 


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir