“KİM”LİK (1)

“KİM”LİK (1) - slide3

 

“KİM”LİK (1) - slide3

 

“KİM”LİK (1)

Hüseyin MÜMTAZ

 

Her seçim ve halk oylamasının dinamikleri, yaşanılan günün yahut içinde bulunulan durumun koşullarına göre elbette değişik özellikler gösterecektir.

Öncekilerden farklı olarak bu seferin gözde sloganları ise, nedense daha çok Avrupa’daki tribünlere yönelik; 2’inci Dünya Harbi, hatta Tanzimat öncesi kavramlar idi.

Bir süredir moda haline geldiği üzere bu referandumdan sonra da oy dağılımını gösteren çeşitli renkte yeni haritalar çizildi.

Asıl amaç nedir acaba? O renkler sizce de sadece siyasi farklılıkları mı yansıtıyor yoksa değişik ideolojik yaklaşım veya bölgesel yoğunluktaki etnisiteleri mi?

“Ben kimim, sen kimsin, o kim” sorularına verilecek cevaplar, “parantez”in yüzüncü yılına 5 kala (29 Ekim 2023) daha da önem kazanıyor.

Kaçınılmaz olarak gündeme daha önceki tarihî ve coğrafî diğer “parantez”ler de geliyor.

Bu kadar çok soru işareti ve ısrarla gündeme getirilmeye çalışılan “yeni” bir takım kavramlar bütünleşmeye mi hizmet edecektir acaba yoksa ayrışmaya mı?

Bütün bu sorulara iki aşamada cevap aramaya çalışacağız.

Bunu yaparken de olaylara, kulakları sarkık “heavy metal”cilerin çakma güneş gözlükleri ile bakmayacağımızdan emin olabilir okuyucu.

“Türk toplum yapısı, şu anda bir kaosun içindedir. Bu oluşumun temel konfigürasyonu, oldu-bitti tarzındaki bir sürecin yansıması da değildir. Kökleri sosyolojik anlamda derin analiz ve yorumların gerekeceği bir ortamın içindedir. Tarihsel sürecin bir yansıması olan Cumhuriyet İdeolojisi de -deyim yerinde- adeta ötekileştirilmiş bir konumdadır. Bu oluşumun temel konfigürasyonlarını açıklamamız ve radikal sorunlara çözüm getirmek suretiyle, sosyo-ekonomik ve siyasal dalgalanmaların bilimsel kimliğini ortaya koymamız gerekmektedir” diye başlıyor söze Prof. Dr. Orhan Türkdoğan. (“Osmanlı Kimliği veya Türk Toplumunun Etnisiti Serencamı / 1,2 ve 3”. TÜRK DÜNYASI TARİH KÜLTÜR DERGİSİ. Kasım/Aralık 2016, Ocak 2017)

Devam ediyor;

“Bilindiği üzere, ‘Türk devleti’ kavramının, İslam ile ilk tanışması, Karahanlılar döneminde ortaya çıkmaktadır. Karahanlılar, İslam’ı benimserken de (932) yazı dilinin Arapça olmasını tercih etmişlerdir. Böylece, Gök Türklerden beri devam eden yazı dili, İslamiyet’in kabulü ile yön değiştirmekte ve Araplaşma sürecine yönelik bir eğilim içine girmektedir. Bu tür bir değişimde, İslamiyet’in hiçbir etkisi söz konusu olmamakla beraber, yöneticilerin yerlilik yüklü değişme motivasyonu kitleleri yönlendirici bir rol oynamıştır. Benzeri oluşumları, Türk toplumunun tarihsel gelişimi ve Türk insanının mizacında -idiosyncracicy’nde- gözleyebiliriz. Nitekim, Bilge Kağan’ın 732 yılında kardeşi Kül-Tigin için diktirdiği anıtta: ‘Ey Türk milleti (budunu), birçoğunuz Çinlilerin tatlı sözleri ve hediyeleri ile bozularak öldünüz. Çin milletine beylik erkek evladınızı kul kıldınız, hanımlık kız evladınızı cariye kıldınız. Türk beyleri Türk adını bıraktınız’ tarzındaki yakınmaları trajik bir üslupla açıklanmıştır”.

                “Günümüzde, ‘Türkiye’nin, hatta bütün İslam dünyasının en büyük tarihi mezarlığı Ahlat’tadır. Bu mezar anıtları, Türk sanatının ve kültür tarihinin sekiz yüz yıllık belgeleridir. Bunların benzerlerini Uluğ Türkistan’da da bulmaktayız. Kül Tigin ve Bilge Kağan anıtları tüm yapı stilleri ile adeta Ahlat mezar taşlarında nakşedilmiştir. Her iki anıt arasında mahiyet ve ölçüler bakımından yakınlık bulunması ve Evliya Çelebi’nin dilleri (Çağatayca’ya çalar) demesi; Ahlat halkının Doğu Türkistan’dan göçen oymaklardan meydana geldiğini düşündürür.’ Ancak, Ahlat mezar taşları, yazı dili özellikleriyle Kül Tigin ve Bilge Kağan dönemi yazı dilinden uzaklaşmıştır. İslamiyet’e olan derin saygı, hatta tutku derecesindeki bağlılık, Karahanlılarda kimlik farklılaşmasının başlangıcını oluşturur. Kutadgu Bilig ve Divan-ü Lugat-it Türk bu dönemde ele alınmış, Türk dilinin önemi ve zenginliği ileri sürülerek, yöneticilerin Arapça’ya olan eğilimleri önlenilmeye çalışılmıştır. Her iki eser de, dönemlerinde yöneticilere yerinde yapılmış en önemli uyarıdır. Horasan merkez olmak üzere, İran’da kurulan Büyük Selçuklu Devleti’nde bir adım daha atılmış, yönetim (bürokrasi) İranlılara devredilmiş, resmi dil olarak da Farsça tercih edilmiştir. Türk tarihinde ilk kez, hem yönetim hem de resmi dilin yabancı güçlere tahsis edilmesi gerçeğine Büyük Selçuklu Devleti’nde tanık olmaktayız. İrène Melikoff, bu durumu ‘Acemleşme’ olarak belirtiyordu. Böylece, Araplaşma ve Acemleşme adeta Türk tarihinin bir alın yazısı oluyordu. Belki, Halil İnalcık’ın Osmanlılar için tercih ettiği ‘istimâlet’ teorisini Büyük Selçuklular için de kullanabiliriz. Aslında, bazı tarihçiler İran Selçuklu Devleti’nde ortaya çıkan eğilimlerin Abbasilerden alınan Memlûk tarzı bir kültürel iktibasın ürünü olduğu kanısındadırlar. Bilindiği üzere, Memluklar (Kölemenler) aslında bir Türk devletidir. Mısır, Suriye, Hicaz ve Güneydoğuda yaşamışlardır (1250-1517). Yönetime, Çerkezlerin de seçilme hakkını tanımışlardır. Ancak, ordu ve yönetici kadro Arapça konuşmayı temel kabul ederek Araplaşmışlardır. Bu olay, bize, Afşinlilerden sonra Türklerin ikinci kez Araplaşma sürecini gösteren hazin bir örnek olsa gerek. Tarihi köklere dayalı bu politika, Osmanlı için de etkileyici bir unsur olacaktır. Nitekim, ‘Fethedilen yerlerde yerli halkı kendi tarafına kazanma’ yani istimâlet siyasetini, Osmanlılardan önce Selçukluların uyguladığını söyleyebiliriz. Ancak, bu bir yaklaşım tarzı veya olaylara çözüm getirebilme biçimidir. Bu nedenle, tamamıyla katılabilmek mümkün olmayabilir. Hatta, Bahaeddin Ögel ve Faruk Sümer’de rastladığımız ‘göçebe-gezginci bir topluluğun dinamik yapısının yerleşik bir düzene uyum sağlamasında bu tür yaklaşımların gerekliliğini’ ön gören istimâlet teorilerinin de yeterli olmadığı söylenebilir. Bir kısım Batılı tarihçiler ise, konuya büsbütün farklı yaklaşımlar ileri sürmektedirler. Harem-i Hümayun üzerine dikkate değer bir araştırma yürütmüş bulunan Leslie Peirce’e göre: ‘Hükümran hanedanının emrinde bir köle (devşirme) askerler ordusunun bulunması, daha önceki klasik İslam devletlerinin de (Abbasiler gibi) bir özelliğiydi. Sadece hükümdara sadık ve kaderleri sadece onun iyi niyetine bağlı çok iyi eğitilmiş kölelerin, devlete, çıkarları hükümdarınkiyle çatışabilecek soylulardan daha güvenilir ve etkili şekilde hizmet edeceklerine inanılıyordu.’ Böylece, Osmanlı, I. Murat’tan itibaren sadece hukuken köle statüsünde olanlar değil, yönetici sınıfın diğer üyeleri (Enderun veya Saraylı) için de kullanılabilen ‘kul’ sistemini kendi soylularına tercih ediyordu. İnalcık’ın, bu yaklaşımını Dimitri Kitsikis farklı yorumluyordu. Kitsikis’e göre: ‘Kapıkulları birliğini 14. yüzyılın ikinci yarısında I. Murat oluşturmuştur. Sultanın düşüncesi, büyük ocakların ve dini grupların etkilerinden kurtulmak ve ruhen-bedenen kendisine bağlı bir seçkin tabaka üzerinde mutlak otoritesini temellendirmekti. Kapıkulu olacak kişinin aile, köy ve diniyle tüm bağlarını koparması, aynı yeni doğmuş gibi, hükümdardan başka kimseye maddi ya da duygusal herhangi bir bağ hissetmemeleri gerekiyordu. Bu ayrıcalıklı kişiler yalnızca Rumlar, yani Ortodoks Hıristiyanlar arasından çıkıyordu. Müslümanlara bu mevkilerin kapalı olmasına bahane olarak, gerçek bir müminin (kul) olamayacağı gösteriliyordu.’ Kitsikis’in ‘Türk-Yunan İmparatorluğu’ adlı eserinde ileri sürdüğü bu tez, kanımca İnalcık’ın yorumundan daha mantıklı görünmektedir. Her iki tarihçi de, ‘Kul’ sisteminde birleşmekte; fakat Kitsikis, kişisel analizinde ‘Sultanın ruhen ve bedenen kendisine bağlı ve kendi soyundan gelmeyen, her yönü ile değerlerinden soyutlanmış’ adeta bir (Kolhoz) veya (Kibbutz) insan tipini öne sürer gibi görünmektedir. Osmanlı’da, kendi halkına güven duygusu yerine, hanedanlığın korunması ön plana geçmektedir. Kanuni Sultan Süleyman’ın 45 yıl süren saltanatı döneminde göreve gelen dokuz veziri azamdan sekizi Hıristiyan kökenli idi. Bu tablo, Türk Milleti’nin tarihinde yarım yüzyılın sadece ‘dönmelere’ tahsisini gözler önüne serer ki, dünyada bir benzerine rastlamak mümkün değildir. Bu nedenle, Fuat Köprülü’nün: ‘İstanbul’un fethinden önce tamamıyla kurulmuş olan Osmanlı bürokrasisinin, Bizans tesiri altında kaldığına dair ortada hiçbir delil bulunmadığı’ görüşü de doğrudur. Model, Osmanlı’nın tarihsel geleneğinde aranmalıdır. Ancak, ‘Fatih devrindeki belgelere dayanarak, Enderun teşkilatını ve oradaki memur ve müstahdemlerin isimlerinden, bunların kâmilen Müslüman oldukları’ tarzındaki yargılarına katılmamız mümkün değildir. O dönemlerde, Osmanlı modelinin aksine, benzer coğrafya ve dini değerleri paylaşan İran ve Arap kavimlerinde ‘yerlilik’ -nativistic- unsurlarının toplumsal transformasyonuna tanık olmuyoruz. Aksine, hem Araplar hem de İranlılarda kavim asabiyesi veya sosyal dayanışma şuuru (Esprit de Corps) son derece güçlüdür. İbn Haldun, Mukaddime adlı ünlü eserinde, asabiye duygusuna tarihin hareket ettirici gücü olarak büyük değer verir. İbn Haldun’a göre, tarihi yapan asabiye şuurudur. Çünkü, asabiye aynı zamanda, fertleri ortak duygularda birleştiren bir dayanışma duygusudur. Tarihi veriler bize göstermektedir ki, İran ve Arap halklarında bu asabiye duygusu, günümüze kadar etkinliğini sürdürmüştür. Ne Arap ne de İran toplumları, dil ve kültürlerini bir başka toplumun hegemonyası altında değişimine asla izin vermemişlerdir. Claude Cahen ise, ‘Türkler arasında -Araplarda olduğu üzere- kavim şuuru kuvvetli değildir’ diyordu”.

                “İran Selçuklu ve onun devamını oluşturan Anadolu Selçuklu Devleti’nde, resmi dilin Farsça olması, Türkçe’nin geri plana itilmesi ve yönetimin yabancı unsurlara devredilmesi önemli toplumsal gerginliklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu da, halk ve aydın dili ayrışımıdır. Halk da, ana dili temsil eden öz Türkçe, yönetici ve aydın kitle de ise Farsça etkin bir unsur olarak yerini almıştır. Melikoff, 13. yüzyılda kentlerde hayatın çok canlı olduğunu, Farsça konuşulduğunu ve Fars kültürünün egemen olduğunu ileri sürüyordu. Niyazi Berkes ise, ‘o dönemden beri Türk dilinin Reaya dili olarak yaşadığını’ ileri sürüyordu. Aydın-halk farklılaşması, aslında sağlıklı toplumlar için tasvip görmeyen ikili (dikotamik) bir yapıyı ortaya koyar. Bu tür bir oluşum, aynı zamanda sosyal sistemdeki önemli gerginlik ve kültürel kırılmaların birer yansımasıdır. Yukarıda belirtildiği üzere, İran Selçuklularından intikal eden tutum ve zihniyet, Anadolu Selçuklu Devleti’nde de devam edecek, resmi dil yine Farsça olacak, yönetim de çoğu kez İran’dan ithal edilen beyin göçleriyle desteklenecektir. Türk kültürü ve değerleri bir yana itilecek, İran kültürü yaygın bir biçimde kentliaydın tabakaya nüfuz edecektir. Kültür ve yaratıcılığı besleyen elitist kadronun İranlaşması veya Melikoff’un deyimiyle ‘Acemleşmesi’, gelenekli Türk kültürünün büyük ölçüde yara almasına neden olacaktır. Melikoff’a göre: ‘Çoğu hala göçebe olan kırsal kesim Türkmenleri, kent merkezlerindeki Müslümanlaşmış ve Acemleşmiş halkla geçinemiyordu. Kentlerde yaşayan insanlar, cahil ve Türkçe’den başka dil bilmeyen Türkmenlere iyi gözle bakmıyordu. Onlara Etrâk-ı bı-idrâk diyorlardı. Türkmenler konformist olmayan ve heterodoks bir inanca sahip olduklarından Etrâk’ın dini zayıf diyorlardı’. İster ‘yerli halkı kendi tarafına çekmek’, isterse ‘göçebe dinamizmasının yerleşik düzene uyması’ tarzında telakki edilsin, bu tür ‘istimâlet teorileri’nin Türk toplum yapısındaki sonuçlarının iyi tahlil edilmesi gerekir. Kendi halkına yönetimi layık görmeyen bir devlet, yabancı kültürün istilasına imkân tanımak suretiyle değerlerini tahrip ediyordu. Karahanlılardan beri devam eden yabancılaşma süreci, İran Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletlerinden itibaren, Osmanlı İmparatorluğu’nda da derin izler bırakacak tarzda şekillenecek ve kurumsallaşacaktır. Osmanlı, Farsça’yı geri plana iterek, Türkçe’yi resmi dil kabul edecek, ancak orduyu ve yönetimi devşirme unsurlarına bırakacaktır. Bu köklü değişmelere rağmen, Arapça ilim dili olarak alınmak suretiyle, Karahanlılardan başlatılan gelenek sürdürülerek ‘Araplaşma’ süreci hız kazanacaktır. Ancak, ‘Osmanoğulları hükümet işlerinde Türkçe’yi kullanmışlarsa da bu dil hiçbir müessesede halka öğretilmemiş; bilindiği üzere Arapça hakim olmuştu. Batılılaşma devri başlayınca, mekteplere Arapça ile Farsça olmak üzere iki dil girmiş, medreselerde de yalnız Arapça okutulmuş ve bu iki dilin yardımıyla Osmanlıca adı altında karışık bir Türkçe ortaya çıkmıştır. Bununla beraber, medreseler 1908 inkılabına kadar Farsça ile Türkçe’ye kapılarını açmamışlardı’.”

Hoca konuya damardan girmiş.

Daha ne desin?

Doğru demiş, “düz” demiş, az bile demiş.

Türkdoğan çakma ilim adamı değildir. “Aksakal”dır.

Sözünün üzerine söz söylemek için onun kadar gözlük ve mürekkep eskitmiş olmak lâzımdır.

Elbette karşı çıkabiliriz. Ama diyeceklerimizin havada kalmaması, safsata olmaması için; onun işaret ettiği kadar sağlam delillere, başvuru kaynaklarına dayanması lâzımdır.

Bu makale Türk dil, din, sosyoloji tarihinde bir dönüm noktasıdır. Sadece tarihin değil, coğrafyanın da üzerindeki külleri kaldırmakta, yeni ufuklar açmaktadır.

Ayrı bir kitapçık şeklinde basılıp, yayınlanması düşünülemez mi?

Devam edeceğiz… 23 Nisan 2017

 


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir