KİMSE MUHTEŞEM DEĞİLDİR!

“Her daim kişilerin en iyi yanını görmeye çalış” demişti babası Nick Carraway’e; “Ne zaman birini tenkide davranacak olsan, hatırdan çıkarma, herkes senin imkânlarında gelmemiştir dünyaya!” - The Great Gatsby Movie 2013
,

Bu makale Film Arası Dergisi’nin Aralık sayısında yayınlanmıştır.
Edebiyattan sinemaya 2013 © Film Arası Dergisi & Mehmet Erduğan

“Her daim kişilerin en iyi yanını görmeye çalış” demişti babası Nick Carraway’e; “Ne zaman birini tenkide davranacak olsan, hatırdan çıkarma, herkes senin imkânlarında gelmemiştir dünyaya!”

İçselleştirdiği bu öğüt doğrultusunda tüm düşüncelerini kendine saklama eğiliminde olsa da sabrının sınırlarına yenik düşerek böyle başlıyordu Francis Scott Key Fitzgerald, genç ve hırslı kişilerin karşı koyamadığı o büyük Amerikan rüyasına dair hikâyesine.

20’nci yüzyılın en iyi Amerikan romanlarından biri kabul edilen ve Birinci Dünya Savaşı’nın etkisinde yetişip sonrasında “Kayıp Kuşak” olarak adlandırılan “mutluluktan felç olmuş” bir neslin önemli yazarlarından F. Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby) klasiği, idealist bir adamın sevdiği kadına ulaşma yolundaki tutkulu mücadelesiyle romantik bir aşk hikâyesi görünümünde olsa da içerdiği simgeler, semboller ve metaforlarla dolu olay örgüsünün felsefi, dini, psikolojik ve sosyolojik açılardan okumasını yapmak mümkün. Haliyle böylesi çoklu bir bakışa açık hikâyede, savaşın içinde büyüyen ve sonrasında gelen rehavet ile toplumun dejenere olarak belirgin bir şekilde çöküşüne uzanan bir ortamın katmanlarında gezinmek kaçınılmaz satır aralarında.

Hikâye, Birinci Dünya Savaşı sonrasında günden güne güçlenen Amerikan ekonomisiyle kısa sürede sayılı zenginlerin arasına katılan ve verdiği gösterişli ev partileriyle sosyete arasında bir efsaneye dönüşen Jay Gatsby isimli gizemli bir adamın yaşadıklarını anlatmaktadır. Gatsby, eski ve yeni aristokrasiyi bir araya getirdiği ihtişamlı ve eğlenceli partileriyle namını yürütürken, onun asıl amacı yıllar önce âşık olduğu fakat aralarındaki sosyal statü farkı yüzünden birlikte olamadığı Daisy Buchanan’ın sevgisini geri kazanmaktır. Fakat bu şatafatlı ve parıltılı bir rüyada Gatsby’nin hayalleri ve umutları, bencillik, hırs ve gururla karşılaşınca olaylar beklediği seyirde gelişmez.

Yoksulluğun saflığında Daisy’e karşı yüreğine aşkın tohumlarının düşmesini takiben Gatsby Amerikan ordusuna katılmış, savaş süresince neredeyse birbirlerinden haber alamamış ama her şeyden öte aralarında savaş ayrılığından ziyade sınıfsal ayrılık kendini göstermiş ve Daisy kendi standartlarına yakın başka biriyle evlenmiş, üstelik bir çocuğu olmuştur. Fakat tüm bunlara rağmen Gatsby’nin tutkusunda bir değişme olmamıştır. Çünkü Gatsby, Daisy’nin onun savaş esnasındaki bir boşlukta zorunluluktan evlendiğine ve hala kendisini sevdiğine inanmaktadır. Aşkın Jay Gatsby’de böylesi bir travma bıraktığı zamanda, Yale’deyken bir yazar olmanın hayallerini kuran ancak Amerikan rüyasının büyüsüne kapılarak daha iyi bir gelecek için kendini Wall Street’in içine atan Nick Carraway, şehirden 30 kilometre uzaklıktaki Long Island’da bir ev kiralar ve West Egg’de yeni zenginlerin mansiyonları arasına sıkışmış, henüz tanışma şerefine nail olmadığı komşusu Jay Gatsby’nin devasa kalesinin gölgesinde kalmış bir bekçi kulübesinde yaşamaya başlar. Bir süre sonra Nick ile tanışmak için fırsatlar yaratan Gatsby, onun Daisy ile kuzen olduğunu öğrenince Daisy’nin en yakın arkadaşı Jordan Baker aracılığıyla kendisinden yardım ister. Nick’in karşılık beklemeden yapmayı kabul ettiği bir iyilikle Gatsby sevdiğine kavuşur gibi olur. Üstelik yıllarca çabaladığı üzere servetiyle Daisy’nin gözünü boyayarak gönlüne ulaşmayı da başarır. Ancak Gatsby tüm bu varlığına rağmen ruhen bir doyumsuzluk yaşadığı için Daisy’den daha fazlasını beklemekte ve kocasına onu hiçbir zaman sevmediğini söylemesini istemektedir. Böylesi bir aşk girdabında Daisy’nin kocası Tom ve onun varoşlarda yaşayan metresi Myrtle’nin de işin içine dahil olmasıyla paranın bile maskelemeyi başaramadığı insanların gerçek yüzleri ortaya çıkmaya başlar ve ilişkiler sarmalı daha da karmaşık bir hal alır.

Okumaya devam et  Van Gogh’un İzinde, Gerçeğin Peşinde

Hikâyeye mevzu bahis olan ilişkilerde durum böyleyken Wall Street, hisse senetlerinin rekor rakamlarla tavan yaptığı, yükselen enflasyonla paranın daha kıymetlendiği ve New York şehri, temposu daha da histerik hale gelen bir yere dönüşmüştür. “En”lerin ve “Daha”ların baş döndürdüğü bir ortamda artık partiler çok daha büyük, gösteriler daha yaygın, binalar daha yüksek, moda trendleri daha açık hale gelmiştir. Üstelik alkol yasağı geri teptiği için içkiler daha ucuzlamış ve modern çağın merkezleri olan Paris, New York, Berlin gibi eğlencenin kalbi kentlerde sanatın her türüne ilgi artarken alkol neredeyse ortamlarda su gibi akmaya başlamıştır. Savaş dönemi mutfağını temizleyen kadınların yerini caz müziğin çaldığı partilerde içkisini yudumlayan, uzun filtreli sigaralarını parmaklarından düşürmeyen kadınlar almıştır. Korseler bir kenara atılmış, daha rahat ve havai kıyafetlerle partilerde gezen ve sosyal hayatı doyasıya yaşayıp sefa ve zevkine düşkün şekilde hareket ederek çapkınlıklar yapan kadınlar çoğalmıştır.

Kıssadan hisse; büyük oranda devlet teşvikiyle savaş sonrası yaralarını hızla saran, sessizce büyüyen marketler ve yükselen borsasıyla ekonomisi iyileşmeye başlayan ve böylesi bir dalga ile büyük bir toplumsal yükseliş yaşayan Amerika’nın “çılgın yirmiler” ya da yazarın tabiriyle “Caz Devri”; fırsat eşitliği yanılsaması üzerine kurulu, toplumun savaş öncesine kıyasla daha kural dışı ve hiç kimsenin yeni bir şeye katkıda bulunmadığı bir dönem olmuştur.

Okumalarımıza her ne kadar hikâyenin girişinde “Her daim kişilerin en iyi yanını görmeye çalış” güdümünde başlıyor olsak da, çok çalışma ile zenginlik, güç, başarı, refah ve şöhretin yakalanabileceği fikrini savunan Amerikan rüyası adı altında ortaya çıkan sistemin içinde var olmuş karakterlerin bu koşullanma ile analizlerini yapmak fazlaca Pollyannavari hatta hadi hikâyeden uzaklaşmayalım fazlaca Dasiyvari olacaktır.

Okumaya devam et  Saf Tohumun Peşinde

Çünkü olaylara böylesi bir yaklaşım, James Gatz adıyla sürdürdüğü mütevazı geçmişinden utanan ve bu ezikliğinden kurtulmak için Jay Gatsby adıyla kendine yeni bir hayat yaratarak zengin soyluların arasına karışan Gatsby’nin patolojik narsist kişiliğini de görmezden gelmek olacaktır. Tıpkı Nick Carraway gibi… Ve aynı zamanda böylesi bir yaklaşım, “amaca giden her yol mubahtır” felsefesinin izinde, içki kaçakçılığı, haraç ve çıkarların güçlülerin odağında olduğu yasadışı ticaret yollarıyla servetine servet katarken dürüst olmayan beyan ve ifadeleriyle Gatsby’nin kendine kurduğu ütopik dünyasını da meşrulaştıracaktır.

Oysa özüne baktığımızda Gatsby’nin tamamen saf duygularla geçmişi yeniden yaşama hayali ile başlayan bu mücadelesi Amerikan rüyasının sarmalında hırs, öfke ve intikamı da beraberinde getirmiştir. Artık gecenin karanlığında uzandığı o yeşil ışık sadece sevdiği kadına olan mesafesini ve ona ulaşma umudunu değil, elinin tersiyle kenara atamayacağı o var oluşunu sağlayan paranın rengini de temsil eden bir araca dönüşmüştür. Fakat o büyülü dünya içinde göremediği şudur ki; her ikisine de bir o kadar yakın ama elinde tutamayacak kadar uzak bir mesafededir.

Türk sinemasının Yeşilçam döneminde bolca rastladığımız o; “Hatırlar mısınız, bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı!” repliklerinin döndüğü zengin kız-fakir erkek odaklı fakat toplumsal çözümlemeye olanak sağlamayan aşk filmlerimizden böylesi bir hikâyeye aşina olsak da, F. Scott Fitzgerald’ın muazzam alt metinlerle beslediği hikâyesini sinemada görmek bizim için bir şans, Hollywood için eşsiz bir nimet olmuştur. Böylece yazarın 1920’lerde kaleme almaya başladığı ve 1925 yılında basımını gerçekleştirdiği Muhteşem Gatsby klasiği 1926 yılında Herbert Brenon, 1949 yılında Elliott Nugent tarafından beyazperdeye aktarılmıştır. Ancak hiçbirisi Francis Ford Coppola’nun senaryosunu yazıp, Jack Clayton’un yönettiği versiyonu kadar ses getirmemiştir.

Okumaya devam et  7. İzmir Mizah Festivali Başlıyor

Sinema ve edebiyat çevrelerince doğruluğu çok tartışılsa da dünya sinemasında çokça örneğini gördüğümüz; kimisi hayal kırıklığı yaratan kimisi yazarın anlatımına sadakatiyle övgüye boğulan edebiyattan sinemaya uyarlanmış yapımları düşündüğümüzde bu film romanın en sadık uyarlaması olarak sinema tarihinde bir klasik olarak yerini almıştır. Robert Redford, Mia Farrow, Bruce Dern gibi oyuncular performanslarıyla göz doldururken, En İyi Kostüm ve En İyi Müzik kategorilerinde Oscar, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu kategorilerinde Altın Küre, En İyi Sanat Yönetmeni, En İyi Sinematografi, En İyi Kostüm Tasarımı kategorilerinde de BAFTA ödüllerinin sahibi olmuştur.

Jack Clayton’un romana oldukça sadık fakat dönemi canlandırma anlamında biraz yalın kalan bu çevrimine karşılık, filmografisindeki çalışmalarla kendi tarzını oluşturarak rüştünü ispat emiş olan Avustralya’lı film yönetmeni Baz Luhrmann’ın bu hikâyenin her devirde geçerliliği koruduğunu göstermek istercesine caz yerine hip hop’ı arka fonuna alıp, başrollerine Leonardo DiCaprio, Tobey Maguire, Carey Mulligan, Joel Edgerton gibi oyuncuları getirerek kendine has yorumuyla günümüze taşıdığı 2013 yapımından da Caz Dönemi’nin zengin ruhunun en iyi canlandırıldığı versiyonu olarak söz edebiliriz.

19’uncu yüzyılın başından itibaren tamamen tüketim çılgınlığına dönmüş bir toplumla birlikte Amerikan rüyası denen kavramın kendini bitirdiğini düşünsek de, bu sistemin tortularına günümüzde rastlamak hala mümkün. Bağımlılık derecesinde alkolik, uykusuzluk hastalığı, öfke nöbetleri ve edindiği sosyal kaygılarla kendini rehabilitasyon merkezlerine atabilenler bu sistemin belki de en şanslı kişileri olmuştur. Keza bu yaşam biçiminin yanlışlarını tespit edip eleştirel gözlemleriyle besleyerek günümüze kadar uzanan unutulmaz bir edebi eser bırakmış olan Fitzgerald dahi bile böyle bir dalgadan kendini koruyamamıştır. Romanlarıyla kazancı artmaya başladıkça kendini eğlence hayatına kaptırmış, sağlığını bozmuş ve zamanla şöhretini kaybederek, ruhsal bunalım içinde, hayata küskün olarak Hollywood’da hayata veda etmiştir.

Gerek okuyarak, gerek seyrederek, gerek tecrübe ederek gördüğümüz bu yanlışlara düşmeyeceğimizi ya da Gatsby’nin sahip olduğu hırslara sahip olmadığımızı söyleyemeyiz. Maalesef Amerikan rüyası kendini lav etmiş olsa da kapitalist sistem hala ruhumuzu ve benliğimizi tüketmeye devam ediyor. Zira şimdi bize “Kim milyoner olmak ister?” diye sorsalar ve “Haydi size bir fırsat!” deseler kaçımız bu rüyayı elimizin tersiyle itebiliriz ki?