SURİYE VE MISIR’DA BM VE İSLAM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI

<p>Suriye ve Mısır'da BM ve İslam İşbirliği Teşkilatı
Uluslararası örgütlerle ilgili tartışmalar, Mısır ve Suriye’deki katliamlarla yeniden gündeme geldi. Uluslararası ortamın anarşik özelliği olduğu, devletlerin egemen eşitliğinin doğal sonucu bunun değişmesinin mümkün olmadığı sadece siyaset bilimi kitaplarında mı kalıyor, yoksa herkes işine geldiğinde mi hatırlıyor? Mesela ABD Dışişleri Bakanı, TC Başbakanı’nın Gazze ziyaretini ertelemesi gerektiğini söylediğinde bunu hepimiz ayıplamıştık. Çünkü TC egemen bir devletti, buna ancak kendisi karar verebilirdi (uluslararası toplumda her devlet kendi iradesine göre hareket edebilirdi).
Öte yandan uluslararası örgütlerin temel konularda üye devletlerin boyunduruğunda olduğu bilinen bir gerçektir. Bu gerçeklerin bilinmesine rağmen asıl hedefin tribünler olması, halkın hissiyatını siyasi ranta dönüştürmek için örgütlerin hedef tahtasına oturtulması şık olmayıp etik problemlere yol açıyor. Yel değirmenlerine kılıç sallanıyor. Hatta kan dökülmesinin önlenmesinde hedef şaşıyor. Temsil makamındakilerin bu tavrı, devletin prestiji sorununa yol açıyor.
Mısır katliamı sonrası başbakan yardımcısı ve diğer bazılarının İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve TC vatandaşı genel sekreterini suçlamaları bu cümledendir. İİT, Suudi Arabistan’ın girişimiyle kurulmuş bir uluslararası örgüt olup dönem başkanı Mısır’dır. Darbeci kadronun hukuksuzluğu, anti-demokratikliği, katliamları, beynelmilel emperyalizmin maşası gibi vasıflarına karşın Mısır’ın fiili yönetiminde bu kadro bulunmaktadır. Darbenin başarılı olduğu gerçektir. Seçilmiş cumhurbaşkanı Mursi ve taraftarlarının kabul etmemesi bunu değiştirmez. Egemenliğin üç ayağından biri devlet otoritesi darbe yönetimindedir. Çin’de Mao ihtilalinden sonra çeyrek asır gibi bir süre batının Komünist rejimi tanımaması Pekin yönetimini değiştirmemişti.
Mısır’daki cuntayı tanımayan ülkeler ilişkilerini kesebilir. Öte yandan darbe sonrası yaşanan katliam, insan hakları ihlalleri veya hukuksuzluklara karşın, İİT’nin dönem başkanlığı cunta yönetiminde sürmektedir. Bunun yanında İİT’nin sekretaryasının bulunduğu Suudi Arabistan, ABD ve İsrail’den önce Mısır cuntasını finanse eden ülkedir. İİT üyesi 57 ülkeden Mısır’daki darbe yönetimini destekleyenlerin sayısı karşı çıkanlardan fazladır. Bu durumda teşkilattaki en üst görevli İhsanoğlu’nun yapacağı fazla bir şey yoktur. Kişisel olarak bu darbeye karşı olması, sekreteri olduğu teşkilatın politikasını değiştirmez. İİT adına karar vermesi gereken organlar İİT Devlet Başkanları Zirvesi ve İİT Dış İşleri Bakanları Konseyi’dir. Bunların olağanüstü toplantıya çağrılma şartları da ilgili belgelerde yazılıdır. TC bu konuda teşebbüse geçebilir. Ancak bu organlar toplansa dahi belirtilen gerçeklerden dolayı bir işe yaramayacaktır. İhsanoğlu, başarılı genel sekreterliği sayesinde yeniden bu göreve atanmış olup, örgütün kurumsallaşmasında önemli hizmetleri vardır. Buna karşın temel siyasi konularda “haddini bilen” diplomat olmaktan başka çaresi yoktur. Benzer şekilde Suriye’de kesinleşmiş olan kimyasal saldırının kimin tarafından yapıldığının araştırılması için BM’ye çağrıda bulunmuştur. İhsanoğlu’nun re’sen sevk ve idare edebileceği bir ordusunun bulunmadığı herkesin malumudur.
BM de bir uluslararası örgüt olup, uluslararası aktör vasfını taşıması olaylara fiilen müdahale imkanı vermemektedir. Suriye’de kimyasal silahın kullanılıp kullanılmadığı, kullanılmış ise kimin tarafından olduğunu araştırmak üzere Güvenlik Konseyi kararı çıkmamıştır. Böyle bir karar çıksaydı Şam yönetimi istese de istemese de araştırma yapılacaktı. Son durum ise Şam yönetiminin izniyle araştırma yapılmasıdır. BM’in bağlayıcı karar alma yetkisine sahip organı Güvenlik Konseyi, beş daimi üyenin veto yetkisiyle nice uluslararası sorunun kördüğüm haline gelmesine sebep olmuştur. Daha 1945 San Fransisco Konferansı’nda bu çarpıklık tartışılmış ancak güçlü devletler kendi etkinliklerini sürdüren bu sistemde karar kılmışlardır. Geçen süre zarfında karşı çıkışlardan ciddi bir sonuç çıkmamıştır. ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’nın ayrıcalıklı üye konumundaki bu sistemin bugünkü şartlarda değişmesi beklenmemelidir.
Batılı güçler isterse mesela NATO üzerinden böyle bir müdahaleyi gerçekleştirebilirler. Ancak bu ülkelerin hiçbiri elini taşın altına koymak istemedikleri gibi İsrail’in çıkarlarını da dikkate almaktadırlar. Suriye'ye sınırdaş tek NATO üyesi suyu on kere üfleyerek içmeli, bütün Ortadoğu'yu saracak ateşin içine düşmemelidir. Suriye'nin Afganistanlaşması demek Türkiye'nin de Pakistanlaşması'dır. İsrail’in çevresindeki ülkeleri istikrarsızlaştırmak, olabildiğince bölerek uydu devletler ortaya çıkarmak yolundaki faaliyetleri ve desteklediği darbelerin delillendirilmesinde akademik kongre kayıtları zayıf kalır. Cevat Rıfat Atılhan’ın bu konudaki eseri, yazıldığı yıllara kadarını kapsamakta olup ondan sonra da faaliyetler bütün açıklığıyla sürdürülmektedir. Henüz kabullenmesi zor olan husus “Arap Baharı” diye lanse edilen hatta "Büyük Ortadoğu Projesi" veya “medeniyetler ittifakı” olarak heyecanla karşılanan süreçlerin dahi bugünkü katliamlar koleksiyonuna katkıları olduğudur. Ne yazık ki katliamlar Suriye ve Mısır’la sınırlı değildir.
Eylül ayında toplanacak BM Genel Kurulu’nda Türkiye’nin girişimiyle bu konularda karar çıkması mümkündür. Bu kararın dünya kamuoyunu etkilemesi, yönlendirmesi, ilgili ülkelere baskı yapması bakımından anlamı olabilir. Ancak Genel Kurul kararları sadece tavsiye niteliğindedir. Türkiye’nin mesela Hindistan, Brezilya, Almanya ve Japonya yanında diğer sistemden rahatsız ülkeleri göreve çağırarak BM’nin bu çarpıklığına son vermesi veya daha adil hale getirmesi mümkündür. Bunun için meydanlarda halka şikayet etmek yerine yıllarca hatta on yıllarca sürecek çok iyi planlanmış derin diplomatik faaliyet ve toplantılar zincirine ihtiyaç bulunmaktadır. Bütün bunlar gerçekleşirken ABD veya diğer daimi üyeler boş durmayacaklardır. FED'in son kararları başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede ekonomik beklentileri altüst etmiştir. Muhtemel bir diplomatik savaşta ekonomik ve siyasal yığınak göz önünde bulundurulmalıdır.
alaeddin.yalcinkaya@marmara.edu.tr
"Prof.Dr. Alaeddin Yalcinkaya" width="930" height="753" class="aligncenter size-full wp-image-92120" /></p> - woman 1007603 1280

Suriye ve Mısır’da BM ve İslam İşbirliği Teşkilatı
Uluslararası örgütlerle ilgili tartışmalar, Mısır ve Suriye’deki katliamlarla yeniden gündeme geldi. Uluslararası ortamın anarşik özelliği olduğu, devletlerin egemen eşitliğinin doğal sonucu bunun değişmesinin mümkün olmadığı sadece siyaset bilimi kitaplarında mı kalıyor, yoksa herkes işine geldiğinde mi hatırlıyor? Mesela ABD Dışişleri Bakanı, TC Başbakanı’nın Gazze ziyaretini ertelemesi gerektiğini söylediğinde bunu hepimiz ayıplamıştık. Çünkü TC egemen bir devletti, buna ancak kendisi karar verebilirdi (uluslararası toplumda her devlet kendi iradesine göre hareket edebilirdi).
Öte yandan uluslararası örgütlerin temel konularda üye devletlerin boyunduruğunda olduğu bilinen bir gerçektir. Bu gerçeklerin bilinmesine rağmen asıl hedefin tribünler olması, halkın hissiyatını siyasi ranta dönüştürmek için örgütlerin hedef tahtasına oturtulması şık olmayıp etik problemlere yol açıyor. Yel değirmenlerine kılıç sallanıyor. Hatta kan dökülmesinin önlenmesinde hedef şaşıyor. Temsil makamındakilerin bu tavrı, devletin prestiji sorununa yol açıyor.
Mısır katliamı sonrası başbakan yardımcısı ve diğer bazılarının İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve TC vatandaşı genel sekreterini suçlamaları bu cümledendir. İİT, Suudi Arabistan’ın girişimiyle kurulmuş bir uluslararası örgüt olup dönem başkanı Mısır’dır. Darbeci kadronun hukuksuzluğu, anti-demokratikliği, katliamları, beynelmilel emperyalizmin maşası gibi vasıflarına karşın Mısır’ın fiili yönetiminde bu kadro bulunmaktadır. Darbenin başarılı olduğu gerçektir. Seçilmiş cumhurbaşkanı Mursi ve taraftarlarının kabul etmemesi bunu değiştirmez. Egemenliğin üç ayağından biri devlet otoritesi darbe yönetimindedir. Çin’de Mao ihtilalinden sonra çeyrek asır gibi bir süre batının Komünist rejimi tanımaması Pekin yönetimini değiştirmemişti.
Mısır’daki cuntayı tanımayan ülkeler ilişkilerini kesebilir. Öte yandan darbe sonrası yaşanan katliam, insan hakları ihlalleri veya hukuksuzluklara karşın, İİT’nin dönem başkanlığı cunta yönetiminde sürmektedir. Bunun yanında İİT’nin sekretaryasının bulunduğu Suudi Arabistan, ABD ve İsrail’den önce Mısır cuntasını finanse eden ülkedir. İİT üyesi 57 ülkeden Mısır’daki darbe yönetimini destekleyenlerin sayısı karşı çıkanlardan fazladır. Bu durumda teşkilattaki en üst görevli İhsanoğlu’nun yapacağı fazla bir şey yoktur. Kişisel olarak bu darbeye karşı olması, sekreteri olduğu teşkilatın politikasını değiştirmez. İİT adına karar vermesi gereken organlar İİT Devlet Başkanları Zirvesi ve İİT Dış İşleri Bakanları Konseyi’dir. Bunların olağanüstü toplantıya çağrılma şartları da ilgili belgelerde yazılıdır. TC bu konuda teşebbüse geçebilir. Ancak bu organlar toplansa dahi belirtilen gerçeklerden dolayı bir işe yaramayacaktır. İhsanoğlu, başarılı genel sekreterliği sayesinde yeniden bu göreve atanmış olup, örgütün kurumsallaşmasında önemli hizmetleri vardır. Buna karşın temel siyasi konularda “haddini bilen” diplomat olmaktan başka çaresi yoktur. Benzer şekilde Suriye’de kesinleşmiş olan kimyasal saldırının kimin tarafından yapıldığının araştırılması için BM’ye çağrıda bulunmuştur. İhsanoğlu’nun re’sen sevk ve idare edebileceği bir ordusunun bulunmadığı herkesin malumudur.
BM de bir uluslararası örgüt olup, uluslararası aktör vasfını taşıması olaylara fiilen müdahale imkanı vermemektedir. Suriye’de kimyasal silahın kullanılıp kullanılmadığı, kullanılmış ise kimin tarafından olduğunu araştırmak üzere Güvenlik Konseyi kararı çıkmamıştır. Böyle bir karar çıksaydı Şam yönetimi istese de istemese de araştırma yapılacaktı. Son durum ise Şam yönetiminin izniyle araştırma yapılmasıdır. BM’in bağlayıcı karar alma yetkisine sahip organı Güvenlik Konseyi, beş daimi üyenin veto yetkisiyle nice uluslararası sorunun kördüğüm haline gelmesine sebep olmuştur. Daha 1945 San Fransisco Konferansı’nda bu çarpıklık tartışılmış ancak güçlü devletler kendi etkinliklerini sürdüren bu sistemde karar kılmışlardır. Geçen süre zarfında karşı çıkışlardan ciddi bir sonuç çıkmamıştır. ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’nın ayrıcalıklı üye konumundaki bu sistemin bugünkü şartlarda değişmesi beklenmemelidir.
Batılı güçler isterse mesela NATO üzerinden böyle bir müdahaleyi gerçekleştirebilirler. Ancak bu ülkelerin hiçbiri elini taşın altına koymak istemedikleri gibi İsrail’in çıkarlarını da dikkate almaktadırlar. Suriye’ye sınırdaş tek NATO üyesi suyu on kere üfleyerek içmeli, bütün Ortadoğu’yu saracak ateşin içine düşmemelidir. Suriye’nin Afganistanlaşması demek Türkiye’nin de Pakistanlaşması’dır. İsrail’in çevresindeki ülkeleri istikrarsızlaştırmak, olabildiğince bölerek uydu devletler ortaya çıkarmak yolundaki faaliyetleri ve desteklediği darbelerin delillendirilmesinde akademik kongre kayıtları zayıf kalır. Cevat Rıfat Atılhan’ın bu konudaki eseri, yazıldığı yıllara kadarını kapsamakta olup ondan sonra da faaliyetler bütün açıklığıyla sürdürülmektedir. Henüz kabullenmesi zor olan husus “Arap Baharı” diye lanse edilen hatta “Büyük Ortadoğu Projesi” veya “medeniyetler ittifakı” olarak heyecanla karşılanan süreçlerin dahi bugünkü katliamlar koleksiyonuna katkıları olduğudur. Ne yazık ki katliamlar Suriye ve Mısır’la sınırlı değildir.
Eylül ayında toplanacak BM Genel Kurulu’nda Türkiye’nin girişimiyle bu konularda karar çıkması mümkündür. Bu kararın dünya kamuoyunu etkilemesi, yönlendirmesi, ilgili ülkelere baskı yapması bakımından anlamı olabilir. Ancak Genel Kurul kararları sadece tavsiye niteliğindedir. Türkiye’nin mesela Hindistan, Brezilya, Almanya ve Japonya yanında diğer sistemden rahatsız ülkeleri göreve çağırarak BM’nin bu çarpıklığına son vermesi veya daha adil hale getirmesi mümkündür. Bunun için meydanlarda halka şikayet etmek yerine yıllarca hatta on yıllarca sürecek çok iyi planlanmış derin diplomatik faaliyet ve toplantılar zincirine ihtiyaç bulunmaktadır. Bütün bunlar gerçekleşirken ABD veya diğer daimi üyeler boş durmayacaklardır. FED’in son kararları başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede ekonomik beklentileri altüst etmiştir. Muhtemel bir diplomatik savaşta ekonomik ve siyasal yığınak göz önünde bulundurulmalıdır.
[email protected]
“Prof.Dr. Alaeddin Yalcinkaya” width=”930″ height=”753″ class=”aligncenter size-full wp-image-92120″ />

Okumaya devam et  Güvenli Bölge