Bir Katilin Çocuğu Olmak Nasıl Bir Duygudur?

Merhum babam, 1938 yılında 18 yaşlarında bir delikanlı iken evine baskına gelen bir zorbayı bıçaklayarak öldürdüğü için istemeden de olsa katil olmuştur. Bu suçtan dolayı hapse girmiş ancak suçu meşru müdafaa şartları içinde işlediğinden yaklaşık 3 yıl hapis yatmış ve 1941 yılında tahliye olmuştur. Babam mahpusluk hayatını üç yılda tamamladığı halde üzerine yapışan "Katil" sıfatını ömrünün sonuna kadar taşımıştır! Çünkü 1998 yılında öldüğünde babam pek çok insanın gözünde "Hacı Osman", ancak haklı sebeple öldürdüğü adamın akrabalarının gözünde hâlâ meşhur "Katil Osman" idi! - 20124candundar

Merhum babam, 1938 yılında 18 yaşlarında bir delikanlı iken evine baskına gelen bir zorbayı bıçaklayarak öldürdüğü için istemeden de olsa katil olmuştur. Bu suçtan dolayı hapse girmiş ancak suçu meşru müdafaa şartları içinde işlediğinden yaklaşık 3 yıl hapis yatmış ve 1941 yılında tahliye olmuştur. Babam mahpusluk hayatını üç yılda tamamladığı halde üzerine yapışan “Katil” sıfatını ömrünün sonuna kadar taşımıştır! Çünkü 1998 yılında öldüğünde babam pek çok insanın gözünde “Hacı Osman”, ancak haklı sebeple öldürdüğü adamın akrabalarının gözünde hâlâ meşhur “Katil Osman” idi!

Biz çocuklarına göre dünyanın en iyi babası ve aslan gibi bir adam olduğu halde, öldürdüğü zorbanın akrabalarının gözünde o sıradan bir katil idi ve yaklaşık 60 yıl bu unvanla yaşadı! Öldürdüğü zalimin akrabalarının gözünde sadece babam katil değildi, bizler de birer katildik! Çünkü çocukluğumuzda, o tarafın çocukları bize de katil diyorlardı! Bazen bize ağza alınmayacak şekilde sövdükleri halde biz ya sadece cılız bir sesle karşılık veriyor, ancak çoğu zaman da yapmış olduklarını görmezden, söylemiş olduklarını ise duymazdan gelirdik. Çocukluğumuzda kuzularımıza taktığımız çıngırakları çalıp kendi kuzularına taktıklarını gördüğümüz halde, cesaret edip de çıngırağımızı geri isteyemezdik! Sürekli olarak biz çocuklar arasında çıkan küçük kavgalar, büyüklere sıçrar da babamızı öldürürler, biz de babasız kalırız diye korkuyla yaşıyorduk! Çünkü ölen zorbanın akrabaları bir hayli çok, babamız tek başına, biz ise ona sahip çıkamayacak kadar küçüktük. O çocukların sövmeleri karşısında onlara aynısıyla karşılık vermek için içimizde fırtınalar kopar, onları dövmek için adeta can atar, ancak dövmek bir yana şöyle ağız tadıyla sövemezdik bile! Aklımızı kullandığımız için, köyümüzde herhangi bir telefat vermeden babam eceliyle öldü, bizler de Allah’a şükür kazaya belaya uğramadan hala yaşamaya devam ediyoruz!

Ancak ben, sonradan okuyup üniversite bitirdiğim halde, bazı kurumlardan müfettiş ve müdür olarak çalıştığım, bazı şirketlerde Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaptığım halde öldürülen zorbanın akrabalarının gözünde halen sıradan bir katilin sıradan bir oğlu olarak muamele görüyorum. Çünkü tam 70 yıl önce olmuş bir olay sebebiyle ailemize hala küsüyorlar ve biz aile olarak “Katil” sıfatımızı hala bütün canlılığı ile taşıyoruz!

Sözü Milliyet Gazetesi’ne getirmek istiyorum. Milliyet’in Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’ya ve ailesine karşı takınmış olduğu tavır da yukarıdaki örnek olayda anlatmış olduğum zorbanın akrabalarının bize karşı takınmış olduğu tavırdan farklı değildir! Haşa; ne Merhum Abdi İpekçi’yi olaydaki zorbanın pozisyonunda görüyorum ne de Mehmet Ali Ağca’yı babamla kıyaslıyorum. Üstelik ne de Mehmet Ali Ağca’nın işlemiş olduğu cinayeti ve diğer suçlarını tasvip ediyorum. Başta Abdi İpekçi ve Gün Sazak olmak üzere; sağcısı olsun, solcusu olsun bu ülkenin aydınlarına ve siyasilerine karşı girişilen her türlü menfur eylemi de şiddetle kınıyorum. Türk Milletini ve İslam Âlemi’ni Hıristiyan dünyanın gözünde küçük düşüren papa saldırısını tasvip etmek mümkün müdür? Öte yandan hapisten çıktıktan sonra adı geçenin görmüş olduğu muamele de bu ülkenin hukuka saygılı ve sağduyulu bütün insanları gibi beni de rahatsız etmiş bulunmaktadır.

Ancak Milliyet’in Ağca’ya karşı takınmış olduğu tavrı da asla tasvip etmiyorum! Çünkü Mehmet Ali Ağca şu veya bu maksatla, şu veya bu güç odaklarının teşvik ve yardımlarıyla bir suç işlemiştir, ancak cezasını da bir şekilde çekmiştir. Üstelik ceza süresini bağımsız Türk Yargısı tayin etmiştir, kimse dışarıdan bir dayatmada bulunmamıştır. Şimdi kalkıp, “Abdi İpekçi gibi birisini öldürmenin cezası on yıl olmamalıydı” diyerek Mehmet Ali Ağca’ya hakaretler yağdırmaya devam etmenin ve “Adaletin Kara Günü” gibi başlıklar atarak, bu konuda bağımsız Türk Yargısı’nı suçlamanın, gazetede her gün “KATİL” manşetleri atmanın hiçbir anlamı ve hiçbir faydası yoktur. Bu intikamcı tavır, Milliyet gibi saygın bir gazeteye yakışan tavır asla değildir. Bu tavır, Mehmet Ali Ağca’dan öte, bütün Ağca ailesini, İpekçi ailesini, yüce Türk Adaletini, Türk hukukçularını, en önemlisi de Milliyet okurlarını rencide etmekten ve üzmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu sebeple Milliyet’in “Abdi İpekçi Bir Kez Daha Öldürüldü” manşetini hiç beğenmedik ve oldukça tahrik edici bulduk. Ayrıca Türk hukuk sistemine saygısızlık olarak yorumladık. Oysa bir gazetenin birincil görevi, toplumu tahrik etmek, taraftar toplamak ve yönlendirmek değil, duygulardan arınmış ve olabildiğince tarafsız bilgilerle toplumu aydınlatmak olmalıdır.

Mehmet Ali Ağca, Milliyet’in, yanı sıra İpekçi ailesinin ve diğer pek çok kişinin gözünde bir katil olabilir. Ancak o en başta bir insandır ve bu özelliği ile anne ve baba Ağcaların gözünde “Oğul”, kardeş Ağcaların gözünde “Abi-kardeş” tir. Akrabalarının gözünde ise “Yeğen” veya “Kuzen”dir. Kim bilir yarın öbürgün “Koca” veya “Baba” olacaktır. Milliyet, muhtemelen yarın öbürgün evlenecek olan Mehmet Ali Ağca’nın çocukları büyüyüp devlet kapısına geldiklerinde devlete “Bu çocukların babaları Abdi İpekçi’nin katili idi. Onun için bu çocuklara devlette görev verilemez” mi diyecektir? Tıpkı bir zamanlar Merhum Büyükelçi Zeki Kuneralp’in hariciyeye girmesine, “Bu adam hain Ali kemal’in oğludur. Onun için hariciyeye giremez” diye karşı çıkıldığı gibi!

Dolayısıyla Milliyet’in, hukukun cezalandırdığı ve bedelini ödettiği bir suçtan dolayı Ağca’nın katilliğini sürekli canlı ve gündemde tutmasını tasvip etmiyoruz. Milliyet’e düşen görev, Ağca’nın katilliğini tescil ettirmek değil (zaten tescilli), Ağca ve Ağca gibilere tetik çektirenleri ortaya çıkarmaktır. Üstelik Hasan Cemal gibi Kürt Açılımını hararetle savunan, geçmişe sünger çekip yeni bir sayfa açma adına Kandil’e gidip eli kanlı katillerle görüşmeler yapan birisinin, Güneri Civaoğlu gibi vaktiyle Suriye’nin Bekaa Vadisi’ne gidip Apo ile röportaj yapan birisinin köşe yazarlığı yaptıkları bir gazetenin sergilemiş olduğu bu ikircikli tutum doğru bir tutum değildir. Çünkü eğer siz, bir taraftan bu ülkede 30-40 bin kişinin katili olan kişilerinin cezalarını çekmedikleri onca suçu görmezden gelerek onlarla ilişki kurar, diğer taraftan da Mehmet Ali Ağca’nın cezasını çekmiş olduğu suçları sürekli canlı tutmaya çalışırsanız sizin tarafsızlığınıza kimse inanmaz. Çünkü bu ülkede PKK terörü yüzünden şu veya bu şekilde hayatını yitiren on binlerce insanın her biri, en az Abdi İpekçi kadar değerlidir ve birinci sınıf vatandaş durumundadır. Ancak ne çare ki onların arkasında Milliyet gibi bir medya organı bulunmuyor. O yüzden de çoğunun isimleri unutulup gitmiştir onların.

Ağca Katil Anladık! Peki Parmaksız Zeki Necidir?

Milliyet’in “Abdi İpekçi Bir Kez Daha Öldürüldü” sürmanşetiyle çıktığı ve Ağca hakkındaki “Katil” sıfatlarının havada uçuştuğu sayısında(19 Ocak 2010) Parmaksız Zeki kod adlı PKK Elebaşı Şemdin Sakık ile yapılmış bir röportaj da yayınlandı. Dikkat ettim; röportajda, aslında bir “Bebek Katili” olan ve ellerinde belki de binlerce Mehmetçiğin kanı bulunan Parmaksız Zeki hakkında bir kez bile “Katil” denilmiyor. Üstelik “Parmaksız Zeki” ibaresi de sadece bir kez geçiyor. O da kampta PKK bayrağı altında kahramanca bir eda ile verilmiş bir fotoğraf karesinin altında. Üstelik “Bir parmağını kaybettiği için ’Parmaksız Zeki’ kod adını alan Şemdin Sakık, Türk Silahlı Kuvvetleri’yle birçok çatışmaya girdi” tanımlamasıyla veriliyor. Zannedersiniz ki; karşınızda PKK güçleriyle girmiş olduğu çatışmada parmaklarından birisini kaybetmiş bir Gazi Mehmetçik duruyor! Dolayısıyla Can Dündar’ın bu tavrını tasvip etmek asla mümkün değildir.

Can Dündar, Şemdin Sakık için hem “12 yıldır Diyarbakır Cezaevi’nin bir hücresinde yaşıyor. Kendi deyimiyle ’deshane’sinde… Görüşe geleni yok. Avukatı, arkadaşı, arayıp soranı yok. 5 yıldır tek görüşe çıkmamış” şeklinde acıklı ve acındırıcı cümleler kullanıyor, hem de “Her sabah 6.30’da kalkıyor. Günde 10 saat çalışıyor. TV. izliyor, gazeteleri okuyor, kitap yazıyor” diyor. Can Dündar’ın aktardığına göre Şemdin Sakık, “Gelmenize çok sevindim. Tabii Helin Avşar gelse daha çok sevinirdim” demiş. Demek ki; Şemdin Sakık hücrede değil, içinde televizyonu bulunan, günlük gazeteler giren ve istediği kitaplara kolayca ulaşma imkânı bulunan bir koğuşta tutuluyor. Şartlar ve beslenmesi o kadar düzgün ki; cinsel dürtüleri hala yerinde. Hem de benim diyen delikanlının birlikte olmayı göze alamayacağı Helin Avşar gibi genç ve güzel bir bayanı düşleyecek kadar!

Bildiğimiz kadarıyla böyle bir imkân henüz terörist başı Abdullah Öcalan’a bile verilmiş değildir. Ya Mehmet Ali Ağca? Otuz yıldır hapiste bulunan Ağca, henüz bilgisayarı bile tanımıyor. Bunun için kalmış olduğu otele bilgisayarın yanında bir de bilgisayarcı istiyor. Yazmayacak, yazdıracak. Yani Milliyet’in “Katil aşağı, katil yukarı” diyerek “şamar oğlanı” haline getirdiği Ağca, Şemdin Sakık’tan çok daha ağır şartlarda çekmiş cezasını…

Can Dündar, “Cezaevinde, jet ve helikopter sesleri eşliğinde, 2 gün üst üste toplam 7 saat konuştuk” derken acaba ne demek istiyor? Şemdin Sakık’ın üzerinde psikolojik baskı uygulandığını ve adı geçenin gürültülü bir ortamda yaşamak zorunda bırakıldığını mı söylemek istiyor? Doğrusu bu cümlelerine hiçbir anlam verebilmiş değiliz Can Dündar’ın…

Yine kendisinden öğreniyoruz ki; Parmaksız Zeki nam terörist Şemdin Sakık onunAtatürk’ü konu alan “Sarızeybek” isimli kitabını bile okumuş. Üstelik sadece okumakla kalmamış, kitabın sonunda bir damla gözyaşı bile dökmüş Atatürk için! Vah vah vah! Demek ki Şemdin Sakık da Atatürkçü imiş! Meğer Şemdin Sakık da Atatürk’ü seviyormuş! Can Dündar, 20. Yüzyılın son çeyreğinde, Atatürk’ün kurduğu devleti parçalamaya azmetmiş bir terör örgütünün militanı ile değil de sanki aynı yüzyılın ilk çeyreğinde Mustafa Kemal Paşa’nın kurmaya çalıştığı devletin bütünlüğünü koruma azmindeki bir Kuvayı Milliye Çetesi üyesiyle konuşuyor gibi bir tavır sergilemiş röportajında. Can Dündar, muhtemelen çekmiş olduğu “Mustafa” filminin DVD’lerini de götürmüştür Şemdin Sakık’a! Mustafa Kemal Atatürk’ü daha iyi tanıması ve daha çok gözyaşı dökmesi için! Değil mi ki Can Dündar, “Mustafa” filminin DVD’lerinin Yunanistan’da promosyon olarak dağıtılmasını sağlayarak cümle Yunan halkına Atatürk’ü tanıtıp sevdirdi! Parmaksız Zeki’ye tanıtıp sevdirmiş çok mu?

“Dile kolay; üst üste iki gece aynı yerde yatmadan, bazen ağaç kovuklarında bazen mağaralarda saklanıp sadece otlarla beslenerek, en yakınlarının ölümünü izleyerek, her an tetikte bekleyip yeri geldiğinde acımasızca öldürerek geçen 18 yıl…” İyi duy ey okuyucu; Can Dündar, bu cümleleri TSK mensubu bir bordo bereli veya Emniyet’e bağlı bir özel tim görevlisi için kullanmıyor, Mehmetçiğe silah çeken ve masum kadınları ve bebekleri bile acımasızca öldüren bir terörist başı için kullanıyor. Parmaksız Zeki’nin acımasızca öldürdükleri kimler mi? Onları sizler benden daya iyi biliyorsunuz. Çünkü çoğunuzun evine ateş düşüren bir yaratıktan bahsediyor Sevgili Can Dündar. Parmaksız Zeki kod adlı Şemdin Sakık’tan. Terörist ağzıyla söyleyecek olursak; meşhur ŞEMO’dan…

20 Ocak 2010

Ömer Sağlam


Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir